Documente Academic
Documente Profesional
Documente Cultură
Türkali
• • •
KOMÜNİST
EVEREST 595
VEDAT TÜRKALİ
1919’da Samsun’da doğdu. Asıl adı Abdü-Hcadir PirhaşanMır, Ortaöğ
renimini Samsun Lisesi’nde yapa. Yükstk Öğrenimini 1942’de İstan
bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde
tamamladı. Maltepe ve Kuleli Askeri Liselerinde edebiyat öğretmenliği
yaptı. 1951’de siyasal eylemlerde bulunmakla suçlanarak tutuklandı.
Askeri mahkeme tarafından dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Yedi yıl
sonra koşullu olarak serbest bırakıldı. Rıfat İlgaz’la birlikte Gar Yayın
lananı kurdu. 1960’ta Dolandırıcılar Şahı ile ilk senaryo denemesini
yaptı. Otobüs Yolcuları, Up Tekerlekli Bisiklet, Karanlıkta Uyananlar
gibi önemli filmlerin senaryolarım yazdı. 1965’te senaryosunu yazdığı
Sokakta K an Vardı ile yönetmenliği de denedi.
Kurgusu, anlatım tekniği ve gerçekçi yaklaşımıyla çağdaş edebiyatta bir
aşama olarak nitelendirilen Bir Gün Tek Başma’yı Mavi Karanlık izle*
di. Yeşilpam Dedikleri Türkiye ve Tek K iplik ölüm ’le roman uğraşını
sürdürdü.
Vedat Türkali, Dallar Yeşil Olmalı adlı oyunu ile TRT 1970 Oyun
Ödülü’nü, Bir Gün.Tek Başına ile Milliyet Yayınları 1974 Roman Ya-
nşması’nda Birincilik Ödülü’nü ve 1976 Orhan Kemal Roman Arma-
ğanı’nı kazanmıştır.
Dolandırıcılar Şahı1 Otobüs Yolcuları, Up Tekerlekli Bisiklet, Şehirdeki
Yabancı, Karanlıkta Uyananlar, Bedrana, Kara Çarşaflı Gelin’m se
naryolarını yazdı. Sokakta Kan Vardı, Korkusuz Aşıklar ve Kopuk film
lerinin ise senaryolarını yazarak yönetmenliğini yaptı.
Senaryolarını yazdığı Karanlıkta Uyananlar (1965) ve Kara Çarşaflı
Gelin (1977), Antalya Film Şenliği’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü al
mış; yine senaryolarını yazdığı Bedrana ve Güneşli Bataklık filmleri de
Carİovy Vary Film Şenliği’nde Cidale ve İşçi Sendik alan Özel Ö dü
lü’nü kazanmışur.
Vedat Türkali’nin, yayımlanmış başlıca eserleri: B ir Gün Tek Başına
(Roman, 1974), Eski Şiirler, Yeni Türküler (Şiir, 1979), Üp Film Bir
den (Senaryo, 1979), Mavi Karanlık (Roman, 1983), Eski Filmler (Se
naryo, 1985), Bu Gemi Nereye (Yazılar, 1985), Yeşilpam Dedikleri
Türkiye (Roman, 1986), Tek Kişilik Ölüm (Roman, 1990), Ölmedikfe
(Yazılar, 1999), 141. Basamak (Oyyn), Güven (Roman, 2 cilt, 1999),
Komünist (Anı, 2001), Özgürlük İpin K ürt Yazıları (1996), Tüm Ya
zıları Konuşmaları (2001), Bu Ölü Kalkacak (Oyun, 2002), Dallar
Yeşil Olmalı (Oyun, 2002) ve Kayıp Romanlar (Roman, 2004).
K O M Ü N İS T
Vedat Türkalı
Anı 36
K o m ü n ist
V edat Türkali
Everest Yayınlan’nda
Cep Boyu 1. Basım: Eylül 2008
Cep Boyu 2. Basım: Aralık 2008
EVEREST YAYINLARI
Ticarethane Sokak No: 53 C ağaloğlu/İSTA N BU L
Tel: (212) 513 34 20-21 Fax: (212) 512 33 76
Genel Dağmm: Alfa, Tel: (212) 511 53 03 Fax: (212) 519 33 00
e-posta: everest@alfakitap.com
www.everestyayinlari.com
2
leri, Varlık, K ültür Haftası, Çığır, Teni Adam ...
Bir de öğle yemeği aralarında okuduğum uz lise ki
taplığında bulunurdu bunlar. Gazi Kitaplığı, oku
maya düşkün kişilerin buluşma, tanışma yeriydi de.
M ehm et’le arkadaşlığımız orda oluştu sanıiım. Ya
şamımda önemli yeri olan bir başka kişiyle, Sefer
Aytekin’le karşılaşıp arkadaş olmamız da gene o ki
taplıkta başlayacaktı, epeyi bir süre sonra. M eh
m et’le konuşa konuşa, kentin o günler en uzak, kı
yı semüerinden birindeki, Kökçüoğlu Mahalle
sindeki bizim eve geldik bir akşamüstü. Hiç unut
madığım bir gün oldu benim için, içinde yaşadığı
mız bizim toplumda da insanlann, “proletarya”,
“burjuvazi” ayrımıyla başka başka sınıflar içinde ya
şadıklarını; burjuva varsılların, yanlarında karın
tokluğuna çalıştırdıkları proleter yoksulların emeği
ile yaratılanlara el koyduklarım, onları sömürüp sü
ründürerek varlık içinde yaşadıklarını, bundan kur
tulm anın tek yolunun da komünizm olduğunu o
akşam ilk kez onun ağzından duydum! Daha önce
bir biçimde duyup işittiğim şeyler bizim ülkemizde
de vardı demek! Epeyi bunalımlı günler başlamıştı
benim için; bu “Komünist M em et” beni de mi ko
münist yapıyordu?
3
limansız bir kıyı kentiydi. Bizim mahalle, Kökçü-
oğlu, Seyyid-i Kutbettın Tekkesi’nin bulunduğu
eski mezarlığın üst başında, köyle kent arası bir
yerdi. Oradan sonra, Toraman Tepesi’ne kadar, tü
tün, buğday, mısır tarlaları başlıyordu. Küçük top
raklarda tütün, tahıl üreten, yarım yoksul, az sayı
da çiftçi aile dışında, mahallelinin geniş kesimi, ya
toprakta, ya da kentteki tütün mağazalarında, çe
şitli işyerlerinde çalışan emekçilerdi. Göçmen gel
miş kimi Boşnaklarla doğudan gelen Kürtler,
Türkler de iskelelerde, pazar yerlerinde hamallık,
küfecilik yapıyorlardı. Babam, kimlik cüzdanındaki
adıyla Pirhasan oğullarından Yusuf oğlu Osman,
Ahlat’tan gelmiş, Eskici M ırza’nın kızı Melek’le
evlenerek mahalleye yerleşmiş bir Türk’tü. Babası
nı ’93 Savaşı’nda yitirmiş; amcasının yanında büyü
müştü. Yetişkinliğinde çalışmak için önce Batum ’a
gidip dönmüş, sonra Samsun’a gelip kalmıştı orda.
Yürüyerek yapmıştı bütün bu yolculukları. “O ka
dar yolu nasıl yürüdünüz!1” soruma, “Biz kese yol
lan biliyorduk!” yanıtını gülerek anımsarım. Anne
min babası Kerkük’ten gelmiş bir Türk’müş; anne
min annesi Keziban da Kavak’taki Akali Oğulla-
n ’ndanmış, derlerdi. Birinci Dünya Savaşı’nda, üç
kız, bir oğlan çocuğuyla annemi bırakıp Kafkas
Cephesi’ne gitmiş, dört yıl sonra dönm üştü ba
bam. Bu “Seferberlik”te ailenin neler çektiği en sık
konuşulan konulardı çevremde. Ev yarı aç geçir
mişti bu yılları. Ağabeyim Yusuf ölmüştü. Annesin
4
den kalan elmas küpelerini, yüzüğünü, iki batman
(on beş kilo kadar) mısır ununa verdiği anlatılırdı
annemin. Ben, babam askerden döndükten sonra
olmuşum. Anımsadığım, çocukluk günlerimde
Buğday Meydanı, U n İskelesi çevresindeki un ma
ğazalarından birinde, ağırlığı sonraları otomobil
acenteliğine kaydırmış olan Seyit Bilaller’in yanın
da çalışıyordu babam. Mağazanın temizliğine, ar
kadaki ardiyede sürdürülen un işlerine bakıyor, mal
geliş gidişlerinde araba tutuyor, hamalları toplu
yordu. Hamalbaşı bir tür. Çalıştığı mağazadan haf
tada beş lira, toplu iş verdiği hamallardan da bir
pay alıyordu. Alt kattaki iki odanın, aylık yedi lira
kadar tutan kirası vardı bir de. Temel geliri buydu
evimizin. Ortanca ablam, evin asıl emekçi kızı,
mevsiminde tarlalarda gündelikle tütün dikimine,
sonra da tütün kırmaya gider, büyük sepederle eve
gelen tütünleri evcek dizerdik. Çok tütün dizdim
ben de. Gelire katkıydı bu da. Bir de, hafız olan
küçük ablam, ramazanlarda mukabele okumaya
çağrılır, oradan da bir şeyler girerdi eve sanıyorum.
Mahallemde liseyi bitirip İstanbul’a yükseköğreni
me giden, o dönemde ilk, belki de uzun yıllar tek
çocuk ben oldum. Liseyi nasıl bitirebildiğime de
hep şaşanm. Beş numara gaz lambası altında o tu
rulan, yemek yenen, yatıp uyunan, gereğinde soba
üstünde su kaynatılarak koca leğen konup yıkanı
lan sobalı tek odada, babam, ben ortaokul ikiye
geçtiğimde annem öldükten sonra üç ablam, hiçbir
5
gece evimizden eksik olmayan kapı komşulanmızla
birlikte olduğum tüm geceler boyu derse çalışabil
diğimi hiç anımsamıyorum. Hiçbir sınıfta tasta
mam kitaplarım da olmadı. Çoğu kez bir defter,
bir kalemle gidiyordum okula. Coşkucu bir abart
ma sanılmasın; çamurlu mezarlıklar arasından,
“boklu dere”den geçip Acem Mahallesi-Unkapa-
ru’ndan, kentin öte ucunda, Çiftlik’teki Lise’ye git
mek, hele o yıllar kışları hiç eksik olmayan karlı ha
valarda işkenceydi. Pabuçlanmın altı delik olurdu
çoğunda; karton, mukavva kordum tabanlarına.
Ayakkabıma dolan karlı, çamurlu sular içinde buz
keserdi ayaklarım. Kışın gelişini beklerken içim tit
rerdi. Öğle yemeklerinde eve gelip okula yetişebil
mem olası değildi; her gün “on kuruş” verirdi ba
bam. Diyebilirim ki, bütün lise boyu öğle yemek
lerim, yüz paralık ekmek, yüz paralık peynir, beş
kuruşluk tahin helvası idi. Biz gene de mahallenin
iyi durumda olanları arasında sayılıyorduk!! Bu ko
şullarda okulu sürdürüp İstanbul’a, yükseköğreni
me gidebilmişsem, üç ablamın, ola ki bilinçaltı sı
nıf adama özlemlerine dayalı, benim yetişip “adam
olma”ma tutkuyla bağlılıklarına, bu yolda özveri
lerle dolu çırpınmalarına borçluyum bunu. Bu
bağlılıklarını yaşamları boyu, sonraki güç günle
rimde de, hiç şaşmadan sürdürdüler.
6
Okulu’nda okuyorum. Mahallemde oyunlardan
eksik olmuyorum ama okulda, durum u bizden iyi
sayılan çocukların yanında ürkek, çekingenim. Bir
gün bahçede, başöğretmen Kemal Bey, daha çok
varlıklı kesimin çocukları toplanmış çevresine, orta
daki bir tarha çiçek dikiyorlar. Koşup oynayanlar
var bahçede. Biz birkaç gariban da bir kıyıya sığın
mış, güneşleniyoruz. Birden arkamdan bir saldırıy
la, sille tekme yere düştüm. Neye uğradığımı anla
yamamıştım! Başöğretmen Kemal Bey’di. Sille tek
me beni bir güzel dövüp hırsını alarak ağacın dibi
ne iteledikten sonra çiçek dikimine döndü gene!
Sonradan öğrendik ki, koşanlardan biri mi çarpmış,
nedir; bir kız arkasından itilip fi d '.uların üstüne dü
şürülmüş. O da beni göstermiş niyeyse? “ Ö ğren
dik” diyorum, çünkü ben utancımdan kimsenin
yüzüne bakamıyorum; mahalledeki çocuklar gelip
olayı da, nedenini de bizim eve anlatmışlar, öyle
öğrendim. Okula gelip başöğretmene çıktı babam.
Ne olacaktı ki? Sosyal durum u kılık kıyafetinden
belli babama o herifin bakışını da hiç unutmam.
Çocukluk, gençlik yıllanmda bu tür öyküler o ka
dar çoktur ki, hangisini anlatayım? Tekel .oluşma
mış demek ki daha; Samsun’da rakı fabrikası olan
bir ünlü varsılın, Aslan Bey’in adı bizim mahallede
“yoksul babası”na çıkmıştı. Yakınımızdaki bir göç
men köyüne -Çatalarmut?- neler neler bağışlamıştı
bu iyi yürekli adam! Çocuklara da okul kitapları
yardımı yapıyormuş! Ortaokul ikide olmalıyım.
Okul çoktan başlamış; kitabım yok. Çevrem, ev de
içinde, beni zorluyorlar, gidip Aslan Bey’den kitap
istemeye: Gittim sonunda. Yazıhanesinde oturm uş
adama utana sıkıla sokulup isteğimi söyler söyle
mez nasıl kovulduğumu anımsadıkça bugün bile
ürperti duyuyorum. İşinden söz etmiştim baba
mın. Ağır koşullara direnme savaşı veren babam bir
çuval un istemiş patronundan; olurunu almış. Ü c
retine “aynii zam” isteği bir tür. U n çuvallarıyla
dolu arka mağazadan her ay bir çuval unu, dostu
Gülbek’in Unkapanı’ndaki fırınına göndermeye
başlamış. Adam topluca marka veriyor bize; akşam
ları gidip evin ekmeğini alıyorum ben de. Babam
bir gün ağlamaklı geldi eve. “Efendi”ye (Patrona
“efendi” derdi) un aldığını bir kez daha anımsat
mak gereğini duyunca, o iznin bir kerelik verildiği
ni söyleyip elli lira kadar tutan öteki çuval unların
parasını vereceksin, diye tutturm uş. Elli lira nere
den bulunacak bizim evde? Babamın çektiği acıyı,
evimizin o günler üstüne çöken ağırlığı da u n u t
mam. Sonunda, ortanca ablamın, Ergani’de yolda
çalışan yeni nişanlısı, yaşamım boyu iyiliğini göre
ceğim Sıtkı Enişte’ye telgraf çekildi. Para geldi; ek
mek paralarımız ödendi.
8
sığdırılmış bir odalık kulübe yandı. Aradaki iki dut
ağacı asıl evi korudu. Bir süre sonra da yukarı Kürt
mahallesinde çıkan bir yangında, yirmiye yakın ba-
rakamsı ev yandı. Ne bizim yangında, ne de bu
yangında, dar günlerde yardıma koşacağını okulda
bellediğimiz Kızılay’ı (Hilal-i Ahmer denirdi o
günler) gören duyan olmadı! Yoksullar yöresinde
geçerli değildi o kural demek! Çoluk çocuk ortada
kalmış insanlara bir bardak çayı, bir tas sıcak çorba
yı, elleri erdiğince yardımı konu komşu yaptı yapa
bileceği kadar.
9
veriyorlar; ramazan ayı yaklaşırken değişik evlerde
toplanan kadınlar, haftalar boyu birlikte çalışarak
her evin gereksinimi kadar yuka (yufka) yapıyorlar,
ramazanlarda yemek, belirli kutsal günlerde kar
dıkları helvayı birbirlerine gönderiyorlar; doğu
munda, düğününde, ölümünde, hastalığında, bay
ram günlerinde dertlerini, acılarını, mutluluklarını
birbirleriyle paylaşıyorlardı. İslamda var olan, fitre,
zekât, sadaka, eskilerde beyt-iil mal-i müslimin ku-
rum lannın koşullandırdığı bir yaşam biçimiydi bu.
Yabanıl kapitalizmin, bugün bizde, yerine bir şey
koymadan çiğnemeye zorladığı bu Müslümanca
dayanışmalı yardımlaşmalar, ileri kapitalist ülkeler
de sosyal demokrat uygulamalarla karşılanan insan
lık gereksinimidir. Bizde, sosyal demokrat geçinen
partiler halka hiçbir şey vermedikleri için, kimi din
ci partilerin halkça benimsenmesinde, salt dinsel
inançlara bağlılıktan çok, halkın bu geleneksel da
yanışma duygularını, mahallelerde kimi gösterişli
yardımlarla ustaca sömürmeleri etken olmuştur.
Büyük kuramcı kasıntısıyla İslam kaynaklı özellikle
rin sınıflar arası çatışmayı gevşetip halkın bilincini
körelterek toplum u gerilettiği yargısına varırken, o
ilişkilerdeki bu insancıl yanın görülüp doğru de
ğerlendirilm esi gerektiği de düşünülm elidir.
Emekçi halk, yaşamındaki som ut olaylara bakar.
Okulda öğrettikleri “ölçü devrimi”nden evde öv
güyle söz ederken terslemişd babam. Bin iki yüz
elli gram olan okka, bin gram olan kiloya dönm üş
10
tü, ama fiyatlar değişmemiş, mallara zam gelmişti
bir tür! Neresi iyiydi bunun?
11
Böylesi birlikte yaşamanın ayrılmaz parçası olan
bir de sanat-edebiyat kültürü vardı halkın. Gecele
ri bir evde toplanıp padişah-şehzade-dev, keloğlan-
köse dayı masalları anlatılır, ramazanlarda, hemen
de her gece bir evde, kadınlar, yüzlerini boyayıp kı
lık değiştirerek, kimi erkek kılığına girerek oyun çı
karırlar (Ramazanda “oyun çıkarmak” denir buna),
kimi günlerde mani yakılıp türkü söylenir, düğün
lerde geleneksel oyunlar oynanır, evlerde seslice
okunan “Siret-i nebi” , “Ahmediye”, “Muhamme-
diye” türünden dinsel serüven öyküleri topluca
dinlenirdi. Evimizde komşulara, M uham m ed’in
gazalarının öykülendiği “Siret-i nebi” okuyan an
nemin ince, yanık sesi bugün bile kulağımdadır.
Unutamadığım bir başka olgu da bayram günleri
dir. Çayırlık denilen, mahallenin yakınındaki, top
oynadığımız büyük alanda çadır kahveleri kurulur.
Salıncaklar, dönm e dolaplar, yumurta tokuşturm a
ları, balon, kurabiye, börek-çörek satıcıları, koz
helvacılar, yazsa dondurmacılar, kispet giyip kara
kucak güreş tutuşanlarla panayır yerine dönerdi
alan. Öbek öbek ayrılan Kürtler, Lazlar, Çerkezler,
Karslı Terekemeler, davul zurna, kemençe, tulum,
akordeon (Çerkez mızıkası denirdi) eşliğinde gece
yanlarına kadar, tüm bayram boyu, birbirinden gü
zel oyunlar oynarlardı. Anadolu kültür çeşitliliğinin
açık sergisine dönerdi alan. Davul zurnalarla D o
ğulu Türkleriıı oynadığı Tamzara’nm, H oş Bile-
zik’in, Kürilcmı oynadığı I.orkc’ııin tartımlı sesi
12
bugün de kulaklanmdadır; alanda değil ama, ken
di yöremizde Kürt çocuklarıyla ben de çok oyna-
ınışımdır bu oyunları. El öpüp bayramlaşılan konu
komşu büyüklerden toplanmış bayram harçlıkları
burada harcanırdı.
Ben bu kültürün bir üst düzeyine(l), “ipti-
ılai”nin (eski ilkokul) ikinci sınıfını bitirdiği için
evin aydını büyük ablamın elinden düşmeyen, ço-
ğu, kimi tamdık varlıklıca kız arkadaşlarından edi
nilmiş romanlarını okuyarak geçtim. İlk okudukla
rım arasında onun kim bilir kaç kez yineleyerek
okuduğu Çalıkuşu başta gelir. M ukadderat, Bir
Kadının Evrak-ı Metrukesi, Sözde K ızlar, Drakula
(Kazıklı Voyvoda), Cingöz Recai dizileri filan oku
duğum kitaplar arasındaydı. Ortaokul son sınıfta
Türkçe öğretmenimiz Salim Rıza Rırkpınar, biz
öğrencilerini o günün ileri edebiyat zevkine, Necip
Fazıl’a, Nâzım ’a, Ahmet Haşim ’e, Yakup Kadri’ye,
Reşat N uri’ye, Hüseyin Rahmi’ye, tiyatroda sözge
limi Şekspir’e, Molyer’e, İbsen’e yönlendirdiğinde,
sınıfın, verilmek isteneni algılayıp dört elle sarılacak
düzeyindeki öğrencileri arasındaydım.
13
ca), daha genç olmasına karşın, kafaları birbirini
okşadığı için babamın da dostuydu. Oldukça bilgi
li biriydi; son tarih dönemlerini olduğu kadar, M ı
sır’dan, Asurlular’dan Napolyon Bonapart’a, eski
tarihi de oldukça geniş biçimde okumuşluğu vardı.
Yıllar boyu “Son Posta” gazetesini de her akşam
okul dönüşünde gelip eve birlikte gittiğimiz baba
mı beklediğim bu kahvede okudum. Ara sıra derse
çalıştığım da oluyordu orda. Asıl önemlisi, Salih
Emice’nin, dinlemek için çevremizi hemen kuşatı-
veren hamalların arasında, sevecen kışkırtmak bir
takılmayla beni sık sık sınava çekmesiydi. Genellik
le okulda öğretilen tarihle ilgili, sırasında karşılıklı
savlarla gösteriye dönen bu sayısız tartışmalar hiç
bir şey vermiyorsa yoksul, bilgisiz kalabalık önün
de, düşündüklerimi inandırıcı biçimde açıklama
becerisi kazandırıyordu bana. Gadir Efendi’nin Sa
lih Emice’ye her vakit yenik düşmediğini, çevrede
seyirci hamalların yüzünden, baş sallamalarından
anladıkça mutlulukla güçlenmiş duyumsuyordum
kendimi. Gadir Efendi’ye gösterilen sevgi, saygı
dolu ilgide, yoksul çevrede okula giden çocuk sayı
sının azlığı da bir etkendi belki. U zun yaz boyu is
kelede oltayla balık tuttuğum dinlence ayları da
içinde, akşamları okul dönüşü babama geldiğim
için, iskelede, mavnalarda, motorlarda, Buğday
Meydanı’nda çalışan bu insanların arasında geçi
yordu yaşamım; onun yarattığı yakınlık da vardı.
Babamın zoruyla gittiğim Yalı Camisi’nde epeyi
14
yıllar namaz da kılmışımdır sofularıyla. Mahallede
olduğu gibi, bu çevrede de mektuplannı okuyor,
köye mektuplarını yazıyordum kimilerinin. Çevre
me toplananların isteği ile onlara gazete okudu
ğum da oluyordu. Aralarında yaptıkları, köyleriyle,
askerlik anılarıyla (Kurtuluş Savaşı’na katılanlann
anlattıkları da vardı bunların arasında) günlük ya
şamdaki gülünesi, yakınılası olaylarla ilgili söyleşile
rini tadı bir öykü gibi dinliyordum. Bidenmekten
kurtulamamaktı tek sorun. O da dert sayılmazdı!
DDT türü zararlı öldürücü ilaçlar çıkmamıştı daha;
biti tanımayan kaç yoksul evi vardı ki? Özellikle ilk-
ortaokul boyu yaz dinlencelerinde, mahallede hay
lazlık etmeyeyim diye, tanıdık bir işyerine çırak ko
nulduğum da olurdu. Bakkal, tuhafiyeci, karoser
yapımcısı marangoz, kuyumcu yanlarında çalıştım
ara ara. Babama yalvarıp mahallemizdeki satıcılar
dan, benden yaşlıca Kel Süleyman’la (Demirel de
ğil!!) ortak karpuz sergisi açtığımızı, “kesmece” di
ye bağırıp karpuz sattığımızı da anımsarım; baba
mın bin güçlükle sermaye olarak koyduğu 7-8 lira
yı yitirdiğimi de. Evet, bir yanıyla sıkıntılı, ama bir
yanıyla da bayağı renkli bir çocukluk geçirmişim
demek!..
15
künlüğüm arttı yalnız. M em et’le ara sıra Gazi Ki
taplığında konuşuyorduk. Marks’tan, Engels’ten
söz ediyor, işçilerin birleşip kurtulması için bu bü
yük kişilerin yaşamları boyu nasıl kavga yürüttükle
rini, Marks’ın, kitabını yazarken nasıl yoksulluk
içinde öldüğünü anlatıyordu. Bu yolda bir kitap da
o yazıyordu şimdi! Yaptığı karalamaları iç cebinde
taşıyor; çıkarıp parçalar okuyordu ara sıra. İlkel
coşkuculuk ürünü düşlerdi anımsadığım; köylüler,
işçiler Anadolu’yu kalkındırıp cennet yapmak için
dağları yıkıp yollar açıyorlar, yapılar kuruyorlar.
Yoksullar yollarını kesen kötülere direnmek için
birleşiyor... Benmerkezci, coşkulu bir genç yüreğin
sevecenlikle karşılanacak yazı özentileri. Uzunca
bir aradan sonra, bir gün okulda bana geldi Me-
met. Polis M üdürlüğii’nden çağırdıklarını, benim
le konuşmak istediklerini söyledi. Memetçiğim
günlük anılar tutarmış. Benimle konuştuklarım da
yazmış o deftere. Odasını arayıp bu defteri almış
polis. O nun için konuşmak istiyorlarmış benimle.
İlk gidişim polise. “İlk gidişim” bile sayılmaz; siya
sal polise çağrılmanın ne anlama geldiği konusun
da ne bilgim vardı, ne de bir kaygım. Gittim. Bir
küçük odada, masa başında oturan sivil bir görev
linin önüne çıkardılar beni. Sormaya başladı adam.
M ehm et Anter’i nereden tanıyordum? Okuldan ar
kadaşımdı. Ne konuşuyorduk aramızda? Dersleri
mizi konuşuyorduk. Tarihten, edebiyattan konu
şuyorduk. Ne M em et derlerdi bu M ehm et An-
1*
ter’e? “Edebiyatçı M em et” derlerdi. Bu soruyu
bir-iki yineledi anımsadığım; “Komünist M em et”
dememi bekliyordu besbelli. Ben kesin söyleyince
üstelemedi. Çocuksu bir bilgiçlikle “İsterseniz ta
kibat yaptırın!” dedim. “Suç mu var ki, takibat
yaptıralım?” dedi adam. Gözdağı vermelere kalk
mayan, sessiz, ağırbaşlı görünüm de biriydi. Bıraktı
beni, okula döndüm . Birkaç gün sonra gelip, “Sağ
ol,” dedi Memet. Sokakta şöyle bir karşılaşma dı
şında görmüyordum artık. Okula da uğramıyordu
sanırım. Sonra iyice görünmez oldu. İstanbul’a git
tiğini duydum bir ara. Çok yıllar sonra, İstanbul
Sultanahmet’te karşılaşıncaya kadar, bana ilk ışığı
tutan Komünist M em et’in kafamdaki onurlu, say
gın yeri canlılığını hep korudu. Şiir yazmaya başla
mam Lise 2 ’de oldu sanırım. Gazi Kitaplığı’na uğ
rayanlardan, Çırakman köyü öğretmeni Sefer Ayte-
kin’le yakın arkadaşlığımızın kurulması da bu yıllar
başladı. Hacıbektaşlı, ilerici, uyanık, çok okuyan,
dergileri izleyen, şiirler, öyküler yazan bir köy öğ
retmeniydi Sefer. Yeni evliydi. Kaynanasının Çiftlik
yöresindeki evine iç güveyisi olmuştu. Dört-beş yaş
kadar büyüktü benden. Alevi-Bektaşi kökenli, köy
cülüğü ağır basan bir devrimciydi! Hoca İslamın
şartını sormuş, “İkidir,” demiş köylü; “Köylüler
çalışır, şehirliler yer!” Ondan duyduğum takılma
lardandı bu. Köylülüğün sömürüsü, ülkenin en so
mut, en acı, en ağır basan olgusuydu ona göre. İs
mail Hakkı Baltacığlu’nun, o günler Marksist, ile
17
rici yazarların da toplandığı YENİ ADAM dergisi
ne aboneydi; tüm yazıları büyük bir dikkatle okur
du. Küçük yazılarıyla bir-iki öyküsü de yayınlan
mıştı dergide. Şiirlerimi yalnız ona gösteriyordum
ben de. Sefer’in ağabeyi Halil, Bafra’da köy öğret
meniydi. Solculuğu filan yoktu. O nun daha çok,
sözgelimi İTTİH A TÇ ILA R gibi tarih konulanna
ilgi duyduğunu söylüyordu Sefer. Bafra Halke-
vi’nin çıkardığı ALTIN YAPRAK adlı dergiyle de
ilişkisi vardı Halil’in. Almanca’dan koşuk çevirdi
ğim G oethe’nin iki şiiri (M ignon, Gefünden “Bu
lunm uş” ) ile benim D E N İZ (?) şiirim, Kadir De-
mirkan imzasıyla o dergide yayınlandı. Yönümü
bulmaya başlamıştım. Neredendi anımsamıyorum;
Dün-Yarın Külliyatı yayınları geçmişti elime. Hay
dar Rıfat çevirileriydi. İlk okuduğum De M on-
zi’nin (!) “BOLŞEVİKLİK”iydi sanıyorum. Le-
nin’in “Devlet ve İhtilal” , “İşçi Sınıfı İhtilali ve Ka-
utski M el’unu” adlı kitaplarını okumamla Nâ-
zım’ın, “Kitap rüzgâr olmalı, perdeyi kaldırmalı
dır” dediği oldu. Rüzgârlar esmeye başlamış, per
deleri sıyırıp açmıştı kafamda. Komünistler doğru
yu söylüyorlardı! İlk açıldığım Sefer Aytekin oldu.
Birbirine yakın düşüncelerimizle bir gizi bölüşm e
ye başlamıştık. Bize yakın düşünen başka birilerini
de tanıyordu o. Mahalle komşusu işçiler vardı.
TKP’nin Samsun il örgütünden olmalıydılar. O n
lardan duyduklarını da gelip anlatıyordu bana. Bil
diri dağıtma yolu çok zararlar vermiş komünistlere
18
diye geldi bir gün. ’Sö’nın ikinci yarısı olmalı; lise
son sınıfa gidiyorum artık. TKP’nin “desantralizas-
yon” karan ile Kemalizme yumuşak yaklaşım döne
mi başlamış demek ki, katı bir tutum yok. 1 Ma-
yıs’ta, bildiri dağıtılıp Irmak Mahallesi’nde evlere
kızıl bayrak asıldığı söylentileri dolaşmıştı eskiler
de; o tü r eylem çağnları da yok. Dinci-şeriatçı yo
bazlığa, gericiliğe karşı resmi ilericilik el üstü tu tu
luyor. Komünistlerin ortak gizi, Sovyeder’dc kuru
lan sosyalist, yeni büyük dünyaya duydukları yü
rekten sevgi, bağlılık. Seferle gittiğimiz tütün işçi
lerinden birinin evinde konuştuklarımız da bunlar.
Okula gidip gelirken, reji’nin, tütün mağazalarının
önünden geçiyoruz. Bir akşam dönüşü yolları dol
durmuş işçi kalabalığıyla karşılaştım; gündeliklerin
de anlaşmazlık çıkmış, iş bırakmışlar. Nasıl bir se
vince, heyecana düşmüştüm! Gizlice tuttuğum
yolda arandığım bir şeyle buluşuyordum ilk kez!
Gençliğimin imge gücüyle düş dünyamı en etkile
yen olaylardan biri olup kaldı, aralarından geçtiğim
sokaklarda gezinen, öbek öbek yığılıp söyleşen o
işçi kalabalığı. Anımsadığım, ikinci günde bitti
olay. Benim için sürüp gidiyordu. En doğruyu yap
mışlardı yoksul işçiler; daha da neler yapacaklardı
ki m bil ir? Çok yıllar sonra, Harbiye Cezaevi’nde ya
tarken, bir toplantıda anılarını anlatan Samsunlu
tütün işçisi M ehm et Aga (Sepetçi M ehm et), içinde
yaşadığı bu olayı anlatırken yeniden nasıl çocuksu
bir heyecana kapıldığımı utanarak anımsarım. Sö
19
zün bir yerinde dan diye sözünü kesip, “Ben de
oradaydım!” deyivermiyeyim mi?! Buyur anlat ne
dediğini! Başta D oktor Şefik H üsnü olmak üzere
dönüp yüzüme tuhaf tuhaf bakanlarla nasıl donup
kaldığım gözümün önüne geldikçe bugün bile yü
züm kızarır. Düşlerin, duyguların emekçisi olma
nın, kişiyi gülünç eden faturası!
20
“ Göklerden kayarak bir yıldız indi
Güneş bile sönük kalır yanında
Hırsız fenerleri gibi gezindi
Kimsesiz kalbimin duvarlarında”
“Koşuşuyor günlerim
Derin bir uçuruma
Ve zaman ateş olmuş
Dökülüyor ruhuma
Geliyor üzerime
Hasret bürüklü günler
Ayrılık yüklü günler
Ayrılık yüklü günler”
21
Kısa süre sonra yalnız sevgime değil, düşünce
lerime de açmıştı yüreğini Merih; çok önemli bir
gizi onunla da bölüşüyorduk artık, komünistti o
da! Yarım yüzyılı aşkın nice yollardan geçen birlik
te arkadaşlık serüvenimiz başlamıştı. Giz ortağımız
Sefer, bizi kendilerinden sayar 'j?KP’den bir kadı
nın M erih’le görüşeceğini söyledi bir gün. Buluş
ma bu yoldaşın Samsun’dan ayrılmasıyla sanırım,
gerçekleşmedi. Daha sonra tanışıp konuşacağımız,
bize ilk kez Kom intern’in TKP için aldığı desant-
ralizasyon kararını açıklayan İskender, ya da M us
tafa’yla o günler evli Zehra Kosova idi sanıyorum
gelecek olan kadın arkadaş. Samsun’da TK P’liler
arasında en saygın ad, o günler tutuklu olan Boz
M ehm et’ti. Komünist yargılamaları açık yapılıyor
du daha. Birkaç arkadaş, gününü öğrendiğimiz bir
duruşmaya gittik. Çok bekledik koridorda; erte
lendi niyeyse, o gün yapılmadı duruşma. Kapalı
bekleme yerinin bir ara açılan kapısından uzanıp
koridora bakan Boz M ehm et’in tıraşlı boz başını,
parıldayan gözlerini görebilmiştim yalnız. ’37’nin
Ekim aymın ilk haftasında İstanbul Üniversitesi’ne
gitmek üzere Samsun’dan ayrılacağım günlerde
Sefer, evinde bir ayrılış yemeğinde topladı bizleri.
Gelenler gizlideki TK P’nin il komitesinden olma
lıydılar. Aklımda yanlış kalmadıysa dört kişiydiler.
Dramalı tütün işçisiydi hepsi de. Gizli örgütsel tu
tum içinde değil, söyleşi biçiminde açık açık konu
şuldu birçok şey. Alınmış yeni desantralizason ka-
22
ı .ırı uyarınca sıkı gizlilik kuralları geçerliliğini yitir
mişti demek. Komintern’deki Şefik H üsnü için
■..lygılı, övgülü sözler edildi. Sohbet, bir süre önce,
S.ıbiha Sertel’in bir tek sayı çıkarabildiği, çıkar çık
maz toplatılmış “PROJEKTÖR” dergisinden açıl
dı. Bu nedenle, evine gelip arama yapan savcıyla
konuşmalarını anlattı, il sekreteri olduğunu sandı-
i’.ıın, toparlak, esmer, kıvırcık saçlı biri. Daha ön-
ı cden tanıştıkları biriymiş savcı. “Biz hain burju-
v.ılar oluyoruz değil mi?..” diye takılmış arkadaşı
mıza, adım vererek. Hiçbirinin adı kalmadı aklım-
ıl.ı; konuşmaların ayrıntıları da kalmadı yazık ki.
P.ir günler kulağımıza gelmiş Nâzım ’la Parti çatış
masından hiç söz edilmedi. Saygı, sevgiden başka
•.öz geçmedi Nâzım için. Olay aşılmıştı demek,
l .peyi şaşırdığımı iyi anımsıyorum; bu basit tütün
işçilerinin konuşmaları, bizim değme öğretm eni
mize taş çıkartacak nitelikteydi. Adı artık edebiyat
çıya çıkmış benim ne yapacağıma geçildi Istan-
luıPda. Türkoloji’de okuyabilmek için Yüksek Ö ğ
retmen O kulu’na başvuracağımı anlattım. Bir dev
let kurum una kapılanmadan okumamın olanağı
yoktu; onlar da biliyorlardı bunu. Söz nasıl oraya
i’.cldi bilmiyorum; il sekreteri sandığım toparlak
esmer olan, “Kadir arkadaş İstanbul’a gidiyor,
burjuvazinin hizmetine girip bizi unutur artık!”
dedi. Beni kışkırtmak için yapılmış takılmaydı bel
li ki. Şaka da olsa sindirilecek söz değildi benim
için! Bunu nasıl düşünebildiği, gerçekten böyle
23
düşünürlerse çok ağınma gideceği yollu bir şeyler
dedim. Bu dokundurm a diyebilirim ki, “Yoksa o n
ları unutuyor muyum?” tedirginliğiyle beni uyanık5
tutan en etkili söz oldu yaşamım boyu. Hiç u n u t
madım onları.
24
ıııen bölümüne kapağı atarak Türkoloji’de okuma
yolunu bulmuştum. Nasıl acı bir umutsuzluktan ne
coşkun sevince ulaştığımı ben bilirim. Kaydımı
yaptırdım. Kaçınılmaz bir zorunlulukla asker ol
muştum. Ben Türkoloji’de asker öğrenciyim, M e
lih, Felsefe’de babasının parasıyla okuyor; üniversi-
ic öğrencilik yıllarımız başladı böylece. Aslında bu
ila öyle kolay olmadı ya; “Müşkülat Bey” dedikle
ri, Askeri Tıbbiye Okulu’nda katip Hikm et Bey’in
çıkardığı güçlükleri, sağlık raporu için gönderildi
ğim Gümüşsüyü Hastanesi’ndeki iç hastalıkları uz
manı kaba, küstah bir binbaşı doktorun ettiklerini
anlatmıyorum; uzamasın. Lise diploması, kimlik
kartı yetmiyor, Samsun polisinden, Türk olduğu
mu onaylayan belge istiyorlardı bir de. M erih’in
(»abası D oktor Ertuğrul Baykal, “Türk oğlu Türk
’tür,” diye yazılı kâğıdı alıp gönderince kurtulduk!
Taşralı, dar, baskıcı çevrenin dışındayız artık; M e
rih’le birlikte gezip dolaşabiliyor, sinemaya, tiyat
roya, sergiye, toplantılara gidebiliyor, daha ortalar
da olan kimi Marksist kitapları, özellikle Kıvılcım-
lı’nın yayınladıklarını okuyup tartışabiliyoruz.
Harp Okulu Tutuklaması başlamamış. Başta N â
zım, Sabahattin Ali, Sabiha Zekeriya, Niyazi Rem
zi okuyoruz. Küçük burjuva deyip gene de okudu
ğumuz Cahit Sıtkı, Ahmet M uhip Dranas, Orhan
Veli filan var. Kalamış, Feneryolu’ndaki teyzesinde
kalıyordu Merih. Sisli, lodoslu havalarda Kadıköy
vapurlarındaki aksama günleri dışında her sabah
25
dokuzda Fakülte’de oluyor, akşam yediden sonra-,
ki bir vapurla dönüyor.
26
dan ayrılma özlemimi bildiği için, “Yüzbaşı olur
sun inşallah!” diye takılırdı. İlenmesi tuttu sonun
da; 28 Ekim 1951’de tutuklandığımda “Kıdemli
Yüzbaşı”ydım!
27
içindeydi Türkoloji. Savaş öncesinde, savaş yılların
da Nazi ideolojisinin, bir bölümü Almanya’da ye
tişmiş, Tatar, Türk, Azeri öğretim üyeleriyle ateşli
kan ulusalcılığı, Alman yanlılığı, Pantürkizm, Sov
yet düşmanlığı biçiminde duyumsanır bir baskısı,
ağırlığı vardı Türkoloji’de. Fuat Köprülü gibi kül
tür ulusalcısının, Ragıp Hulusi Özden, Ali Nihat
Tarlan gibi Osmanlıcıların antikomünist tutumları,
birincilerle dayanışmalı bir ortam yaratıyordu. Ba
sında ara sıra, Sabiha Sertel’in yazılarıyla gündeme
giren M ehmet Akif-Tevfik Fikret kavgalarında, bi
zim Türkoloji’de AkiPçiler ağır basar, vatan şairi
Namık Kemal’in, İstiklal Marşı şairi M ehm et
AkiPin, “İhtifal” denen anma günleri hiç kaçırıl-
maz; en gerici yaygaralarla birileri atılırlardı ortala
ra. Raci Keten, Abdülkadir Karahan, Fikret (Prof.
Bitter’in yardımcısı, Ahmet Ateş’le evlendiği için
Ateş soyadını aldı sonra), sanırım H ukuk’tan gelen
M uhtar diye bir öğrenci, daha anımsayamadığım
birileri, bu “ihtifalci”lerin elebaşılarıydı. Bizden iki
sınıf üstteki Ahmet Ateş’in sosyalist olduğu söylen
tisi bir ara kulağımıza çalınınca kendisine yakınlık
duymaya başlamıştık. “Komünist” diye kovculuk
edip Yüksek Öğretm en O kulu’ndan attırmaya kal
kışmışlar bunu bir ara güya. İlk öğrencilik yılların
da böyle idiyse bile, saldırıdan duyduğu ürkü, Na
zi Almanyasfnın savaşın ilk yıllarındaki başarılan,
Türkoloji’nin bilinen baskılı yapısı, içi dışına dön
müş şemsiyeden beter etmişti Ahmet Aleş’i. Şoven
28
Fikret’le de evlenince tamam oldu! Üniversite ki
taplığının ardındaki avluda (Bahçedeki tek katlı ya
pı “Arap-Fars filolojisi” mi olmuştu ne?) bir sigara
molası verdiği sıra ayaküstü konuşuyoruz. Nazi or
dularının Moskova önlerinde çakılıp kaldığı gün
ler. Almanların yenileceğini söylememe dikelerek
karşı çıktı birden; tartışma başladı aramızda. Nasıl
geldiyse, yarışmaya dönüşüp Almanlar, ya da Sov-
yetler yenilirse “ne vereceksin”e döküldü söz. On
kitap verecekti yitiren ötekine. Biri de “ Garip” ola
cak dedi Ahmet Ateş, yitirirse vereceği kitaplar
için! “Garip” Orhan Veli’nin o günler yeni çıkmış
kitabıydı; biz seviyorduk, onlar için alay konusuy
du daha. Babasının vermediği bu kitap borcunu,
redd-i mirasta bulunmadıysa, oğlu sayın Kemalist
Profesör Toktamış Ateş’ten mi istesem, diye düşü
nüyorum! Epeyi süre sonra karşılaştığımız Kül-
lük’te bir tartışma daha geçti Ahmet Ateş’le ara
mızda. O günler gündemdeki, Danvinizme dayan
dırılan, biz komünistierin heyecanla benimsediği
miz, genlerin değil çevre koşullarının kalıtımı belir
lediği savındaki, Sovyetler Birliği kaynaklı, -Men-
del karşıtı- “Lisenko-Miçurin” öğretisi üzerineydi
anımsadığım. Ayrıntıları tam aklımda kalmadı ya,
benim de, onun da doğru dürüst bilmediği bir ko
nuda, siyasal tutum um uza bağlı biçimde epeyi çe
ne yarıştırdığımızı anımsıyorum. Aklımda net ka
lan, Danvinizme de karşıydı Ahmet Ateş. Avru
pa’dan (ya da Amerika’dan) yeni gelmiş düşünür-
29
biyolog m u, antropolog mu, bir arkadaşı, “Darwi-
nizm, büyükannelerimizin söylediği masaldır,” di
yormuş! Kılıflar uydurup Danvinizme saldıran bü
yük bilim adamları(!) bugün de var biliyorsunuz;
belli gerici kaynaklardan her dönemde, sürekli des
tek bulurlar. Bir de Kemalizme, Mustafa Kemal’e
açık açık karşı çıkan gericiler vardı Yüksek Öğret-
m en’de; Cahit Okurer (Tilki Cahit de derlerdi) en
bilineniydi. Atatürk’ün öldüğü gün, yemekhanede,
Atamızın sağlığına diye bardak kaldırmış, ateşli Ke
malist Cahit Erencan’dan (Sonradan Kiilebi oldu)
dayak yemiş, diye yayıldı. O sınıftan M ehm et Kap
lan vardı bir de. “Gülü tarife ne haacet...” Cahit
Erencan (Külebi) bir üst sınıftaydı bizden. Adını
daha Samsun Lisesi’ndeyken, Sivas’tan gelen bir
öğrenciden duymuştum Cahit’in; “İhtiyar Katır”
diye bir şiiri Sivas Lisesi’nde, öğretm en, öğrenci,
herkesin dilindeymiş! Türkoloji’de yakalamıştım
bu kafama takılan şairi. Kısa zamanda arkadaş ol
duk. Şiir beğenimiz, benim komünistçe yaklaşımım
dışında yakındı; başat zevkin Faruk Nafiz, Orhan
Seyfi, Yusuf Ziya düzeyinde olduğu ortamda, Ah
met Haşim, Ahmet M uhip, Cahit Sıtkı, özellikle
de Orhan Veli’ler ortakça sevdiğimiz Şairlerdi. N â
zım ’ı da seviyordu ya, kom ünist yanı hiç ilgilendir
miyordu onu; taparcasına bağlılığı Mustafa Ke
mal’e idi. İnandığı “güzel şiir” penceresinden ba
kıyordu yaşama; Mustafa Kemal’e resmi övgüler
düzen Behçet Kemal, bizim gibi onun da dayana-
30
madiği biriydi. Gizlemek gereğini görmediğim ko
münistliğimden bir tedirginlik duymamıştı; bana
zarar gelmemesi için, kendisine güvenilerek açık
lanmış önemli bir giz olarak saklıyordu da bunu.
Çevremizde pek rastlanmayan, gerçekten üstün ye
tenekte bir şair arkadaş bulmaktan m utluydum ben
de. İçine kapanık, sıracalı, saramık biri olan, çalış
kan öğrenci Behçet Necati’yle (Necatigil oldu son
ra) Cahit, daha çok Behçet’ten kaynaklanan çocuk
su çekememezlik ürünü sinsi bir yarışma içinde gi
biydiler; fakülte boyu da sürdü sanıyorum bu. Çev
resine eleştirel bakar görünen M ithat Sertoğlu var
dı bir de o sınıftan. Nâzım ’ı çok seviyordu. Ona da
açılmıştım. İspanya Savaşı ile ilgili, “Barselona’dan
M ektup” şiirimi gizlice okuduğum kişilerden biriy
di. Çok sonra duydum ki, ağabeyi gazeteci M urat
Sertoğlu, Babıali’de M ah’ın (Gizli polis) adamı di
ye bilinirmiş. Çok şaşırdımdı. Bildiğim bir kötülü
ğü olmadı. Öykü yazmaya özenen Samim Kocagöz
de bizim sınıftaydı. O günlere damgasını vuran Sa
bahattin Ali öykücülüğüne, biraz da tanışık olduğu
Sait Faik’e (Sait Faik’in Sultanhamamı’ndaki yazı
hanesine beni de götürdü bir kez; uzun uzun ko
nuştuktu.) öykünüyordu ya, sonraları yakınlık gös
terdiği solculuğun epeyi uzaklarındaydı daha. Hem
de, bir ara nasılsa Türkoloji’deki öğrencilerle tiyat
ro oyunu sahnelemeye kalkışıp İsmail Hakkı Balta-
cıoğlu’nun, “İNANMAK” adlı oyununu önerm e
mize, “İnanmak!.. Yani, komünizme inanmak!!”
diye sırıtarak karşı koyup işi bozacak kadar! B a b I
ali’deki Yeni Kitapçı Nail V.’niıı işyerine gidip der
gi toplantıları yapan D ino’ları görür, kom ünist ol
duklarını nasıl yutmadığını gelip alaylı anlatırdı.
32
bitince çok alkışladılar. İyi bir şenlik olmuştu
okulda.
33
öğrenenlerdendi. Tam liseyi bitirip büyük tutkuyla
doktor olmak için İstanbul’a geldiği yıl, babası, or
tağı olduğu Hokkacı Zadelerle birlikte, tüm varlı
ğını yitirmecesine battı. Ermeni olduğu için, Sağlık
Bakanlığı’nın Türk öğrencilere destek veren yurtla
rına da almıyorlardı. Ortada kaldı Haig. Samsun’a
dönmek katlanamayacağı bir yıkımdı. Başvurduğu
Ermeni cemaatinin varsıllarından sağlanan küçük
para yardımlarıyla direnmeye başladı. İçine düştü
ğü ortamın bir iyiliği olmuş; ayakları yere basmıştı,
yaşamı daha gerçek boyuüarı içinde görüyordu ar
tık. Eskisinden daha yakındık birbirimize; Merih,
Haig, ben, parasal yönü de olan dayanışma içinde
üçlü oluşturmuştuk. Bizi pek etkileyen Şolohov’un
“UYANDIRILMIŞ TOPRAK” adlı romanından
esinlenerek de “kolhoz” diyorduk dayanışmamıza.
Lisedeki yoksulluğu çekmedim üniversitede. Ba
kım, daha önce görmediğim kadar iyiydi Askeri
Tıbbiye’de; küçük de olsa aylık veriyorlardı bir de.
Sıtkı Eniştem her ay para gönderiyordu hiç şaşma
dan. M erih’in durum u doğal ki çok iyiydi. Haig de
Ermeni kuramlarından yardım alıyordu. Dayanış
mamız hiç değilse moral destek olmuştu H aig’e sa
nıyorum. İstanbul’da yeni tanıştığı Ermeni çevre
lerde bize yakın Ermeni gençler de tanımıştı Haig.
O zaman açık deniz kıyısı olan Kartal’a yüzmeye
giderlerken beni de aralarına aldı bir pazar günü.
O n kişi kadardılar; birkaçı da komünistmiş diyordu
Haig. Hiçbiri yakınlık göstermedi; Haig de olmasa
34
yapayalnız kalacaktım! T ürk’ü sevmiyorlardı. Son
radan öğrendim; geçmişte Türklerce öldürülmüş
yakınları vardı hepsinin. H aig’in de birçok yakını
“Tehcir”de öldürülenler arasındaydı; çocukluğu
muz birlikte geçti, hiçbir gün böyle bir tutum u ol
madı onun. Bir gün ben, bizdeki azgın ulusalcılar
dan yakınırken, “Sizdeki bir şey mi; sen bizdekile
ri bir bilsen,” dediğini anımsarım.
35
SIN IFI İH T İL A L İ VE KAUTSKİ M ELU -
N U ”nda veryansın ettiği İkinci Enternasyonal’in
Sosyal Demokrat “eyyam reisleri”ni (oportünist
sözcüğü öyle çevrilmişti), işçilerin burjuvaziye kar
şı yürüttüğü tarihsel sınıf savaşma hayınlık edip iş
çi sınıfını satan dönekleri bir türlü atamıyordum
kafamdan ya, kararı alan Kom intern’miş diyordu
Mustafa; söylenecek söz mü kalırdı? Sefer’in köyü
Çırakman’a gittik o yaz ilk kez. Çarşamba trenin
den, Tekeköy olmalı, orta bir istasyonda inip epeyi
yürüdük tepelere doğru. Dağ yolunda kocaman bir
ağaca ateş ettim, Sefer’in köye giderken yanından
ayırmadığı beylik tabancasıyla. Konuştuğumuz,
tartıştığımız tek konu devrimdi. Benim coşkulu
düşçülüğüme karşın o daha gerçekçi yorumluyor-
du durum u, anımsadığım. Alevi, Bektaşi kökenliy
di, köy öğretmeniydi, köylüydü. Halkın çektiğini
biliyordu. Kemalistlerin dinsel yobazlığa saldırılan-
na, ülkede yükseltmeye çalıştıkları halkçılık savın
daki toplumsal değerlere bakışı daha gerçekçi sayı
labilirdi; desantralizasyon kararının doğrultusun
daydı. Söyleyecek pek bir sözüm yoktu benim de
ya; okuduğum birkaç kitaptan şu kafamda yer et
miş “işçi sınıfının burjuvaziye karşı uzlaşılamaz sı
nıf kavgasındaki hayınlar” sorunu olmasaydı bir de!
Bana “NagilnoP’ diye takılıyordu Sefer. UYANDI
RILMIŞ TOPRAK’taki, ayağı yere basmayan, katı
devrimci tip. İstanbul’a döndüm . Bu ikinci öğre
nim yılında M erih’le Sultanahmet’ten Alemdar’a
36
inerken, ona da çok sözünü ettiğim Komünist M e
m et çıktı karşımıza. Ne üstte var, ne başta; dilenci
sanırsın. Anlattı başından geçenleri; yürekler acısı.
İstanbul’a gelmiş. Kapı yüzüne kapanmış her gitti
ği yerde. Bu arada başvurduğu, daha tutuklanm a
mış olan Hikm et Kıvılcımlı’dan da um duğu yakın
lığı bulamamış. Samsun’a dönmüş; iskeleden çevi
rip yine İstanbul’a postalamış polisler bunu. Ayağı
na pabuç, giysi filan alıp iyi kötü giydirdik. Benim
sivil paltom da oturdu üstüne. Göze çarpmadan
yan yana dolaşılacak duruma geldi; komünisdiğin
şanından sayıp alnından firlamış dağınık saçlarının
üstüne oturttuğu yırtık, pis kasketini bir türlü bı
rakmıyor yalnız. Bir şey değil, asker giysili birinin
yanında göze batıyor. Bir-iki uyardım, olmadı.
Şehzadebaşı’nda yürürken kasketi kaptım başın
dan, yandaki mermer bir eski çeşmenin yüksek te
pesine fırlattım. Söylendi biraz ya, o pis kasketten
de kurtulduk. O günlerde sığındığı bir yakınının
evinden çıkmak için yer arayan H aig’le, Gedikpa-
şa’da, bir Ermeni ailenin oturduğu dördüncü, en
üst katta, yolu, merdiven başından tahta perdeyle
ayrılmış bir odaya geçtiler. İstanbul’da avukatiığa
başlamış lisede tarih öğretmenimiz Seyfettin Kutay
iyi biriydi. M ehm et başvurunca ilgilenip uğraştı;
nasılsa, Devlet Demiryolları’nda işe koydu; Sirke-
ci’de bilet gişesinde çalışmaya başladı Mehmet.
Komünist olarak eskiden kalma bilgilerinin de etki
siyle ister istemez yanlış düşler kuruyor, bir şeyler
37
yapmak için can atıyordu o da bizim gibi ya, kim,
nasıl inandırarak, ateşli Kemalist bürokratların ağ
zında bıktırıcı biçimde yinelenip duranların dışın
da, ezilen emekçinin doğrudan çıkarına uygun bu
lacağı hangi özgün işi, tutarlı teorik çizgiyi göste
recekti ki? Alınmış “desantralizasyon” kararının,
bugün elimize geçen gerekçeli yazıları, sıkı bir giz
lilikle saklanmıştı. TKP’nin, halka yayınladığı ka
rarla ilgili bildiri bile, bırakalım halkı, en tepedeki
birkaç kişinin dışında kendi üyelerine de, ola ki gü
venlik kaygısıyla ulaştırılmış değildi. Böylece herke
sin kendi yorumuna açık bir “desantralizasyon”la
ülke çapında hiçbir gün tam toparlanamamış TKP
örgütü iyice dağınıklığa bırakılmış oluyordu. Kara
rı Türkiye’ye getirenlerin işlerine geldiği biçimde
yorumlayıp uyguladıkları yolunda, çok eskilerde
yapılan eleştiriler üzerinde (benim konuştuğum
Emin Sekun, Elektrikçi Muzaffer gibi) bugün çı
kan belgelere bakarak düşünmek gerekir. Kemaliz-
me kapılanma yolunu çekici bulanların yanında iyi
niyetliler de kayıp gidiyor, bizler gibi, temel öğre
tiye yürekten inanmışlarınsa, coşkuyu bileyen, sivri
devrimci sözleri keskince yinelemekten öte bir şey
gelmiyordu elinden. TKP için KO M İN TERN’ce,
TKP’nin kendisi için o gün alınmış tarihsel kararla
rın ayrıntılı belgelerini, yaşamı boyu örgütte olan
çoğu kişiler bile, KO M İN TERN ARŞİVİ’nin açıl
masıyla yeni görebildi. İlerde, evinde birçok gece
ler bana Parti’nin geçmişi ile ilgili çok şey anlatacak
38
olan Şefik H üsnü, “desantralizasyon” kararını hiç
açmadı! Karan içine sindirememekten miydi, diye
de düşünmüşümdür. Ben de o günler, salt Par-
ti’nin pek de iyi gözle bakmadığı Elektrikçi Muzaf
ferd en duyduğum bu sözcüğü kullanıp soru sor
mayı göze alamadım. Emin Sekun’la konuyu ko
nuşmamız cezaevinden çıktıktan sonradır; 70’ler
olmalı. U zun cezaevi yıllan boyu, ne Reşat Fuat’ın,
ne de eski partili bir başkasının kimseye bu konuda
söz ettiği de duyulmamıştır. TKP adına dışarıda
örgüdenmeye çalışılan dönemin, Leipzig’deki ilk
toplantısında Zeki Baştımar “TKP için, desantrali
zasyon diye ‘uğursuz’ bir sözcük vardır” diye ilk
kez açıklayıp eleştiriler yapıyordu; Moskova’da,
Vartan İhmalyan’dan alıp okuduğum toplantı tuta-
naklarındaydı bu sözler. Parti başındakilerin içleri
ne sindiremedikleri bu “uğursuz” karar, kırk, yıl
Parti gizi olarak saklandı demek! Zeki’nin bu yak
laşımına içtenliksiz, tutarsız demek kolaydır bu
gün. İsterseniz korkaklık da diyebilirsiniz. Yalnız
Kom intern’in, ola ki onun da üstünde Sovyet dev
letinin dayattığı karara karşı çıkmanın, hele o gün
ler ne demek olduğunu iyi bilmek gerekir. Bu ko
nunuıı tartışılmasıyla sanırım ister istemez, Komü
nist partilerinin kendi ülkelerinin, hele böyle ya
şamsal sorunlarının çözümünde, Komintern bağlı
lığından ne kazanıp ne yitirdikleri sorusu gündem<
girer. Bu karar Türkiye seksiyonuna ilk kez Polon
yalı Valeski’ce getirilip bildirilince, orada olaı
39
Emin Sekun, bunun TKP’yi kapatma kararı oldu
ğu, böyle bir kararın burada değil, ancak Türki
ye’deki TKP Merkez Komitesi’nce alınabileceği sa
vıyla karşı çıktıklarını söyledi. Tornacı Em in’in de
diği gibi, yapıldıysa bile bu çıkışın, hamamın na
musunu kurtarma gösterisi bile sayılamayacak h o
murdanmadan öteye gidemediği bellidir. Kendi
toprağına yerleşmiş, Türkiye’de ağırlığı olan M er
kez Komiteli bir TKP için böyle bir karara gerek mi
kalırdı ki? Ancak, bugün elimize geçen belgelerde
gördüğüm üz Komintern kararı, ona dayalı biçimde
TKP’nin açıklamaları, bildirisi, eleştirel de baksanız
tutarlıdır. Tüm ayrıntılı dayanaklarıyla vazgeçilen
eski tutum un inandırıcı eleştirisi yanında yeni tu tu
lan yoldaki akla gelebilecek büyük tehlikelere uya
nları da içerecek biçimde -ki bildiride gereğince yer
verilmiş bu uyarılara- örgüte, çevresine, bilinçlen-
dirici biçimde açıklanıp yeterince duyurulamaması,
salt örgütsel çalışmayı durdurm ak biçiminde alın
ması yanlış olmuş, aslında hiçbir gün tam toparla-
namamış örgütü iyice dağınıklığa götürm üştür de
nebilir. Kom intern’nin TKP için aldığı bu “sepa-
rat” kararında Nâzım muhalefetince -“işçi m uhale
feti” de denir buna-, gerekçeli biçimde Komin-
tern’e duyurulan; doğru dürüst çalışılıp yararlı bir
iş yapılmadığı, ülke koşullarının sağladığı olanakla
rın gerçekçi biçimde değerlendirilip kullanılmadığı,
Komintern’in aldatıldığı biçimindeki ağır eleştirile
rin payı olmuş mudur? Araştırılması gerekli bir ko
40
nudur. TKP içinden çıkmış gene bir başka ilginç
TKP muhalifi olan Kerim Sadi’nin tavrının olaya
etki payı da düşünülmelidir. Desantralizasyon kara
rıyla Moskova’dan ayrılınca “Şefik H üsnü, Komin-
tern’den kovuldu!” fiskoslarının buralardan kay
naklandığı bilinir. O dönemde yapılan çalışmaların
son olarak vurgulanması gerekli bir sonucu da şu
olmuştur kanımca: Komünistlerin kendi açık kim
likleriyle değil de Kemalist görünüm altında uyarı,
inandırma, baskı yoluyla iktidarlara bir ölçüde be
nimsetip uygulattıkları olumlu işlerin tüm kaza-
nımları Kemalisderin artısına eklenmiş, TKP’nin.
Komünisderin yığınlara en aşağılık yalanlar, kara
çalmalarla tanıtılması da güle oynaya sürdürülmüş
tür. Halk yığınlarının bilinç düzeyine, ülkenin dü
şünce yapısına, aldatıcı olduğu kadar da yıkıcı etki
si olmuştur bu olayın.
41
diye damgalıyordu Kıvılcımlı bunları. Kerim Sa
di’ye uygun görsek de N âzım ’a yapılan böyle bir
saldırıyı nereye koyacağımızı pek bilemiyorduk!
Nâzım ’ın kitapları, Benerci, Taranta Babu, Şeyh
Bedrettin başucu kitabımızdı. Sabahattin Ali öy
külerini okuyorduk bir de. Ama kuşku yok ki,
Marksizmle ilgili doğru dürüst bilgiler MARK
SİZM B İB L İY O TEG İ’nde çıkan kitaplardan
edindiklerimizdi. Haşan Ali Ediz, Vasıf O n at’ın
(Eczacı) çevrileri yanında, Kıvılcımlı kitapları ağır
lıktaydı. K apital’i de çevirip formalar biçiminde
yayınlamaya başlamışa Kıvılcımlı. Daha önce De
M onzi’den (Bolşeviklik miydi?) Haydar Rıfat çev
risi, Teni A d a m ’ca ek forma olarak verilen Carlo
Cafiero’dan Suphi N uri’nin özet K apital çevrisi
gibi sol yayınlar vardı Türkçe’de. Tam, bir KAPİ-
TAL’e kavuşuyoruz derken Harbiye-Donaıım a
Davaları saldırılarıyla tuz buz edildi her şey. Köşe
bucak saklamaya çalıştığımız kitaplardan epey şey
ler öğrenmiştik gene de. O öğrendiklerimizi, o
günkü parti sorumluları olarak ürkü içinde kaytar
maya çalışan Haşan Ali-Eczacı Vasıf İkilisinin kar
şısına, onlara gereğinde, “proletarya iktidara gelir
se sizi asar!” biçiminde gözdağı vererek dikelen
“deli oğlan”a (Sadrettin Celal’in H ikm et Kıvıl-
cımlı’ya taktığı ad!) borçlu olduğum uzu sonra öğ
rendik. Dünya, politikası gündeminin baş m adde
sini oluşturan İspanya İç Savaşı, antifaşist bilinç
vermeye çalışanların karşısına faşistleri, faşist eği
42
limlileri dikmişti bizde de. Tutadı antifaşist politik
çizgi izleyen tek günlük gazete TAN’dı. Tüm öte
kiler, sırası geldi mi T AN’a* dişlerini gösteriyorlar
dı ya, “tutarlı” faşist çizgide yürüyen tek büyük
gazete de C U M H U R İY ET’ti. Faşist ideolojinin
ülkemizde mayalanmasında en etkin olmuş yayın
kurum u C U M H U R İY ET’tir. Tek parti dönem in
de, sol da, sağ da düşüncelerine, önerilerine Ke
malist iktidar partisinin altı okunu kendi anlayışla
rına uygun biçimde yorumlayarak, etkinlik, yasal
lık kazandırma yarışındaydılar. CU M HU RİYET,
neredeyse “yarı resmi!” sayılacak biçimde iktidara
yakın görülen gazeteydi. “Milliyetçi-devletçi”liğin
faşistçe yorumuna uygun ideolojik tutumuyla si-
, vil-asker bürokratları, yarım aydın kalabalığını sü
rekli etki altında tuttu. Savaş yıllarında, özellikle
Fransa yıkılıp Almanlar, en kanlı biçimde Balkan-
lar’a, Sovyetler Birliği’ne saldırdıklarında, Nadiı
N adi’si, Peyami Sefa’sı, Abidin D aver’i, Hüsnü
Emir Erkilet’i ile tam Nazi Almanya yanlısı yayın
aygıtına dönüştü. Gazete sahibi Yunus N adi’nin
çok öncelerden, Alınanlardan parasal çıkar sağladı
ğı konusunda öteden beri var olan söylentileri bel
geleyen yeni bulgulardan da söz ediliyor bugün
G Ü V EN ’de, bütün gençlik heyecanımızla içinde
acılarını yaşadığımız o günler anlatılırken, faşis
C U M H U R İY ET’te çıkmış tarihli, imzalı yazılar
dan, belge niteliğinde örnekler de göstermemizi
karşın, C U M H U R İY ET’in kalıtıyla övünen bu
43
günkü Kemalist “sosyalist” , “devrimci” -hanedan
dışı- şehzadesi bizi yalancılıkla suçluyormuş! Ar
damarı çatlamadan böyle bir suçlamaya nasıl kalkı
şabilir insan? Ne diyeyim? Allah layığını versin!
Asıl sorun kanımca, yıllar öncesi olup bitmişlerin
yadsınması değil, pembeli, karalı kâğıtlarla kaplan
mış bugünkü kafalarının karanlığında aynı kara te
peden bakışlarının sinsice saklanmakta oluşudur.
44
Sefer’den gelen bir m ektuptan, kadın konusu
üzerine bir de yazısı çıktı. Kadının sosyal yaşamda
ileri yere kavuşmasını, salt bir doğum aracı, bir ku
luçka olarak eve kapatılacak yaratık diye düşünül-
memesini anlatan, Kemalist ilericiliğin çizgisinde
bir şeyler vardı yazıda anımsadığım. Yazıyı TAN
gazetesinde Sabiha SertePe götürüp elden verme
mi istiyordu. Yazının, o günler sevinerek okuduğu
m uz kitabı, “KADIN VE SOSYALİZM”i çeviren,
ilk ve tek sayısı toplatılmış PROJEKTÖR dergisini
yayınlamış, M ehmet Akifcilik kisvesi altında ilerici
her şeye saldıran dinci yobazlara karşı Tevfik Fik
ret’i savunan, komünist diye tanıdığımız Sabiha
Sertel’e gönderilmesi doğaldı. TKP’nin desantrali-
zasyon karanyla verdiği destekle ülkedeki ilericileri
“sol Kemalist çizgi”de toplamak dendi mi, dinci
yobazlığa saldırmak, ya da onların saldırısına uğra
yan Fikret’i savunmak hemen giriyordu gündeme.
Cezaevindeki Kemal Tahir de, bu çatışmaya içer
den katılmıştı sonraları bir ara. İsmail Kemalettin
imzası ile yazdığı kısa “şiir”lerin birinde, aklımda
yanlış kalmadıysa şöyle demişti. “ ....Sebilürreşatçı-
lar u lu y o r/ Bir tek sanrından senin h â lâ / Hey ko
ca Fikret bak ki nasıl korkuluyor!” Asker öğrenci
olarak TAN gazetesine girip çıkarken görünmek
bile risk sayılıyordu o günler; Sabiha Sertel’i arayıp
konuşmak da cabası! O nun beni nasıl karşılayacağı
sorunu vardı bir de. Nazımların Harbiye davasının
sürdüğü günlerde, karşısında Harbiyeli benzeri bi
45
rini görünce, gerçekten de tedirginlik duydu gibi
geldi bana Sabiha Hanım. Bir tek. kez gördüğüm
Sabiha Hanım, şişmanca gövdesine uymayan, ince,
titrek sesli biri olarak kalmış kafamda. Zarfla birlik
te fakülte adresimi de verip yanıt beklediğimi söy
ledim, çıktım odasından. Heyecanla bekledim ya
nıtını, gelmedi. Epeyi günler sonra Sefer’den mek
tup aldım; yazısına eleştirel dokunmalar içeren ya
nıtım ona göndermiş Sabiha Sertel. Yazı basılmadı.
46
Kutsi Tecer’in yönetiminde C H P ’nin çıkardığı Ke
malist ÜLKÜ dergisinde, Bedrettin Tuncel’in ya
nında çalışmaya başladı.
47
laşmaya varılamayan bir filmden söz etmişlerdi
Sovyeder Birliği’ne gittiğim yıllarda. Filmi sonun
da Brejnev’e göstermişler. M uhterem, “Sinemacı
lar iyi bir konu yakalamışlar!” deyince sorun çözü-
lüvermiş! Komünist Partilerin genel sekreterlerine,
tartışılmaz biçimde tanınmış bu hak bana ünlü fık
rayı anımsatır. Yakaladıkları balığın dişi mi erkek
mi olduğunu tartışmaya tutuşmuş birileri. Anlaşa
mayınca balıkçıya sormuşlar; o da bir şey diyeme
miş. Karşıki paşa konağının aşçıbaşısını salık ver
miş; “Çok balık pişiriyor; bilirse o bilir,” demiş.
Gittikleri aşçıbaşı da içinden çıkamayınca, “Paşa
Hazrederine soralım!” demiş. “Paşa balıktan anlar
mı?” demişler. “O da ağnamaz emme, onun dedü-
ğii dedüktür,” demiş.
48
sun’da söylediklerinin dışında yeni hiçbir şey demi
yordu. Y-a “P a rf” üye bir şey yoktu bu ülkede; ya
da bizden uzak duruyorlardı niyeyse! Yalnız M e
rih’le ben değildik bu tedirginliği yaşayan; Ha-
ig’ten başka, yavaş yavaş bir çevremiz oluşmuştu ki,
onlar da bir şeyler bekliyorlardı. 'Felsefe Bölü-
m ü’nde öğrenci Samsunlu Tahsin Berkem, Türko
loji ikinci sınıfta, babasının durum unun bozulma
sıyla Askeri Öğretm en’e gelir gelmez sanat edebi
yattan girip her konuda anlaşıverdiğimiz Yusuf
Atılgan, Tahsin’in aracılığıyla tanıdığımız ayakkabı
ustası Osman Paçalı (İşçi), Fen Fakültesi M atem a
tik Bölüm ü’nden Askeri Ö ğretm en’e yeni girmiş
Kenan Uluğ, Denizci Askeri Öğretmenlerin Aske
ri Tıbbiye’ye alınıp aramıza karışmalarıyla tanışıp
anlaştığımız, Coğrafya Bölümü’nde öğrenci Cabir
Sanoğlu gibi.
49
fcr’lc. Benimle yeni bir buluşma günü saptanarak
ayrıldık. Bir süre sonra da, Eminönü Balıkpaza-
n ’nda, Haliç’in ktyisında, önünde Salıpazan’na
dolmuş yapan sandalların bekleştiği, şimdi yıkılmış
yapının altındaki kahvede buluştuk D ino’yla. İs
tanbul’un en renkli köşelerinden biri olan bu bu
luşma yerini o söylemişti. (GÜV EN’in girişinde
anlatılan, T urgut’un Refik’i beklediği kahve orası
dır!) Sefer’den gelen, dergi tasarısıyla ilgili bilgileri
ilettim. Kalkıp Galata Köprüsü’nden yürüyüp Ka-
raköy’de ayrıldık. Daha sonı'a birkaç kez gittim
Kumondo H anı’na; sanat-edebiyat üzerine aynı
konuşmalar yinelenip durdu. İç politika konulanna
değindim bir ara; yapılacak tek şey serüvencileri
durdurmaktı D ino’ya göre. Almanların yanında
Sovyetlere karşı savaşa girmek için çırpınan ırkçı-
Turancılardı “serüvenciler” dediği. İlerde Reşat
Fuat’ın yazıp Faris Erkman’ın üstleneceği, “EN
BÜYÜK TEH LİK E” adlı TKP’ce çıkarılacak ki
tapçıktaki ana düşünceydi bu. Bu da doğruydu da,
tek doğru bu değildi. Hiçbir ipucu vermiyordu;
D ino’da da yoktu bizim aradığımız.
50
Öğretm en Bölümü’nün başçavuşu Kadri Okyar’ı
önceden çağırıp bildirmiş aramayı, dolaplarda za
rarlı bir şey bulunmaması için uyarmış. Cabir’in
dolabındaki Kıvılcımlı’nın kitaplannı çıkarıp yırt
mışlar. Bizi okul M üdürünün kapısında toplayıp
beklettiler bir süre; sonra da gidin dediler. Yıllar
sonra, ’51 Tutuklaması’nda, o ihbann belgesi dos
yamda çıkınca çözebildim olayı. Genelkurmay Baş
kanlığına gönderilmiş imzasız “ihbar” m ektubun
da adlarımız yazılarak komünist olduğumuz, Gala
ta Rıhtırnı’nda vapurdan inen Sovyet elçisine, ya da
konsolosuna. çiçek verdiğimiz yazılıydı. Daha da
aptalca bir not konm uştu yazının altına; “İdareye
sormayın, idare acizdir!” deniyordu. Sınıf subayı
nın, aramayı önceden bildirip önlem almasının ne
deni de anlaşılıyordu böylece. Soruşturma sonucu
da vardı dosyada. İkinci Dünya Savaşı üzerine ya
pılmış bir tartışmada, yanlardan birinin, İngiliz-
Fransızlan, öbürünün Alman-İtalyanları tutm asın
dan doğan kızgınlıkla yapılmıştı ihbar! (Böyle bir
tartışmayı hiç anımsamıyorum.) Yapanların da, E n
ver Kerküker’le Nusret (soyadı aklımda kalmamış.
Alaylı biçimden “askeri hâkim” derlerdi) adlı iki
hukuk öğrencisi oldukları sanılıyordu. Bu “Askeri
H âkim ” Nusret’i, Okul M üdürü General Hüsnü
Külünk’ün bir gün berberde yakalayıp sudan bir
nedenle saçın niye uzun diye Askeri Tıbbiye’de gö
rülmedik biçimde sille tokat dövmesi de idarenin
aciz olmadığını kanıtlama gösterisi olmalıydı! En
51
ver Kerküker’in Vali Lütfı Kırdar’ın yakım olduğu
söylenirdi. Asker yargıç oldu. Tutuklanıp İstanbul
Harbiye’de, soruşturma yargıcı Binbaşı Halil Öl-
çer’in yanma çıkarıldığımda salondaydı, belli ki bir
şeyler konuşmuşlardı yargıçla. Askerlikten ayrıldı,
başka bir soyJdıyla avukatlığa başladı; Türkeşçi bir
partinin de İstanbul İl Başkanlığı’nı yaptı sonra sa
nırım.
52
dikleri alt katın geliri ile geçinirlerdi. Tarihçiliğe
özenen, benmerkezcilikten kurtulamamış, sert
eleştiri tutkunu bir sanat, politika, toplum gözlem
cisi denebilirdi. D oktor H ikm et’ten nefret ediyor
du. Reşat’a kızıyordu. “Hikm et gitti, şimdi de bu
adam geldi!” diyordu! Eskilerden Nâzım’a sevgisi
vardı. O günlerde edebiyatta gençlik atılımının ba
şında görülen D ino’yu da seviyordu! (Bir süre son
ra, D ino’nun İngiliz casusu olduğu yolunda çıkarı
lan kara çalmayı benimsemekte de sakınca görm e
mişti!) Askerliğini yapmaya, o günlerde İstan
bul’da olan Yedeksubay O kulu’na gelmiş Haşan
Basri ile tanıştık bu ara Küllük’te. Yukarda adı ge
çen Kadri Kiper’in Sivas Lisesi’nden arkadaşıydı
Basri. Edebiyat öğretmeni ünlü komünist Ruşen
Zeki’nin öğrencileriydiler. Sivas’ta, Ankara’da tu
tuklanıp bırakılmış, sonra İstanbul’a gelip Felsefe
Bölümü’ne yazılmış Basri; Nâzım’ı, D oktor Hik-
m et’i, arkadaşı Nudiye H am m ’ı (Fatma Yalçı), H a
şan Ali’yi, Eczacı Vasıfı tanımıştı. Nâzım, Kıvıl
cımlı, Harbıye-Donanma davalarıyla tutuklanınca
o da Ankara’ya gidip Ziraat Fakültesi’ne girmişti,
Haber gazetesinin Ankara Bürosu’nda çalışıyordu
bir yandan da. İstanbul’da öğrenci iken evlendikle
ri Şükriye, Çankırı’nın Apsan Köyü’nde öğretm en
lik yapıyordu. Yiğit, dört dördük coşkulu bir ko
münistti Basri. TKP’nin üst düzeyde çeşitli kişile
riyle tanışıp konuşmuş, Sivas, Ankara’dan sonra, 1
Mayıs dolayısıyla polisin yaptığı toplamayla İstan
bul’da da, Kıvılcımlılar, Nâzımlarla birlikte ileri ge
len komünistler arasında, poliste kalmış biriydi. O
desantralizasyon döneminde Nâzım-Parti çatışma
sı kapanmış görünmesine karşın, Hikm et Kıvılcım
lı’ya yürekten duyduğu sevgi, bağlılığın yanında,
Nazımcı, yani İŞÇ İ.M U H A LEFETİ kesiminden
olduğu bilinen Ruşen Zeki’den kaynaklandığını
akla getiren sert eleştirel bir tutum içindeydi
TKP’ye. Bir iş yap tıklan yoktu işte bu adamların!
Teni Edebiyat da bir şeye benzemiyordu! Nâzım ’ın
şiirini taparcasına seviyordu o da bizim gibi. Birbi
rine güvenip yakınlık duyan arkadaşlığın oluşması
için bir-iki konuşmamız yetmişti. O günler ancak
güvendiklerimize gösterdiğimiz, “Barselona’dan
M ektup” adlı şiirimi ona okuyabiliyordum! Hafta
sonları Harbiye’deki Yedek Subay O kulu’ndan
izinli çıkınca, Osmanbey’deki Suna Pastanesi’nde
buluşuyor, onun okula dönme saatine kadar söyle
şiyorduk. Sivas’ta, Ankara’daki tutuklamalarda, İs
tanbul’a geldiğinde, daha sonra 1 Mayıs öncesi gö-
zaltısında, Nâzımlarla, D oktor Hikmetierle ilgili
anılannı anlatıyordu M erih’le bana. Lütfü Erişçi’yi
ciddiye almıyordu Basri. Ürkek, buluttan nem ka
pacak kadar kuruntulu, paranoyak yapıda biri sayı
yordu Lütfü’yü; gülerek anlatıyordu bunlan da. İs
tanbul’a ilk geldiğinde, Hikm et Kıvılcımlı çevresin
de tanımıştı Lütfü Erişçi’yi. 1 Mayıs tutuklanm a
sında arkadaşlarına yapılan baskıları gördüğü, bildi
ği halde, açılan davadaki yargılamada tanıklık et-
54
inekten korkmuş, polisin yaptığı baskılan görmedi
ğini söylemiş çıkartıldığı mahkemede. Kendini ta
nık gösteren Hikm et Kıvılcımlı’ya nefreti de bun-
danmış. Ben severdim Lütfü Erişçi’yi; açık konuşaJ
bildiğim biriydi. Sık sık evine de giderdim. Yusuf
Atılgan’la da gittiğimiz oldu.
55
şi vardı içimizde. M erih’le Tahsin. Kısa süre sonra,
Felsefe’deki Tahsin’in sınıf arkadaşı Mustafa Gök
su’nun katılmasıyla bir varlıklı daha kazanmış ol
duk! Ö rgütün parasal gücüne destek olarak Merih,
ailesinden aldığı, bir minik çekmecedeki altınlı, pır-
lantalı, kolye, yüzük, küpe türünden takılarını koy
du ortaya. (Bu takılar gerektikçe birer ikişer satıldı
sonraki koşturduğum uz günl&rde. Gülünesi acı tek
olay, Parti adına bir kolyeyi isteyen birinin -adını
vermeyeceğim- onu Rum metresine armağan etti
ğini öğrenmemiz oldu!) Savaş yılları; yayın yapabil
mek için daktilo bulmak da büyük sorun. Sam
sun’daki doktor babasına, ödev yapabilmesi için
gerekli olduğunu yazıp daktilo istedi. Hermes
Baby marka bir küçük daktilo geldi Samsun’dan.
(’44 Tutuklanm asında Reşat Fuat’ın yayın yaptığı,
polisin eline geçen daktilodur bu. İlerde anlataca
ğım; edindiğimiz yayın araç gereçleri TKP’ye dev
redilecektir.) TKP’yi artık kişi olarak değil örgütü
müz adına arıyorduk! Bulduğum uzu sanıp bağlan
maya kalkıştıklarımızın kof çıkmasıyla epeyi uzun
sürdü bu arama. Çalmadığımız kapı kalmamıştı.
Nasıl oldu da polis tuzağına düşmedik; şans dedik
leri bu olmalı. Arama içinde olan başkalarıyla da
karşılaşıyorduk; yakınlık duyduklarımız da katılı
yorlardı bize. Doğrusu ürkmeye başlamıştık bir
yandan da (hiç değilse ben ürkmeye başlamıştım);
sorumluluğumuz artıyordu. Ne yapacak, bize bağ
lanacak bir sürü genç insanı nasıl yönetecektik?
56
Bir gün Osman Paçalı geldi; ilişki kurma yolu
nu bulduğu Boz M ehm et’le konuşmak isteyip iste
meyeceğimi sordu. Heyecanlandım; aradığımız ki
şi tam da oydu işte! Osman’ın Karagümrük’teki
evinde buluştuk bir akşam; uzun uzun konuştuk.
Boz M ehm et’in, “çalışmak” konusunda pek açık
seçik söz etmemesini konspirasyon gereği diye alı
yor, temelde anlaştık sayıyordum. Gece yansına
doğru evden birlikte çıkmışız, yol boyu konuşarak
Haliç’e iniyoruz; birden konuşmayı kesip Moskova
Radyosu’nda çalışacak birine gereksinim duyuldu
ğunu, Sovyctler Birliği’ne gitmek isteyip istemeye
ceğimi sordu bana! Sevinmiş mi, kızmış mıydım,
bilemiyorum ya, şaşıp kalmışum; biz Türkiye’de
bir şeyler yapmanın yollarını arıyorduk, adam ne
öneriyordu? İstemediğimi söyledim. Bu kesin kara
rımda ülkeye, arkadaşlarıma bağlılığım mı, içten
sevgiyle bağlı olduğum M erih’ten kopamamak mı
ağır basa, bilemem! Yıllar sonra, cezaevinde karşı
laşınca Boz M ehmet anımsattı bana; o zaman git-'
şeydim daha iyi olacakmıştı gibisine! “Pişman deği
lim ,” dedim. Doğrusunu yaptığıma olan inancım
her geçen gün daha da arttı. Boz Mehmet,- birlikte
çalışma konusunda susarken desantralizasyonla
gizli çalışmama karan almış TKP’nin tutum unu
açıklayamamanın sıkıntısına düşmüş olmalıydı.
57
kanp Anadolu’nun çeşidi kentlerine dağıttı. Di-
n o ’lar (Arif, Abidin), Lütfü Erişçi, A. Kadir, daha
bir sürü kişinin yanında Boz M ehmet de vardı sür
günler arasında. Bir um ut kapısı daha kapanmıştı
böylece. Bu kez, aramıza yeni kanşmış Basri’nin
M urat Erdemil adlı veteriner bir arkadaşı yeni bir
um ut getirdi bize. Gereğinde, bir yazışmada kulla
nabileceği mührü de elinde tutan asıl Parti kaynağı
olduğunu söyleyenlerle ilişki içindeymiş M urat Er
demil, diyordu Basri. “M ühr-ü Süleyman” bulun
muştu demek sonunda! Bir süre sonra da Nâzım ’ın
basılmamış “Türk Köylüsü”, “Kıyamet Sureleri”,
asıl önemlisi de “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı içeren
yeni şiirlerini getirdi bize bu arkadaşımız. Çok se
vinmiştik. Basri’nin “r”leri tatlı bir “1” sesi gibi çı
karan diliyle şiirleri coşku içinde, üst üste okumala
rı, elli yıl öncesinden gelen hüzünlü bir çınlamayla
bugün de kulağımdadır. Bir günler, D ino’nun da
başında olduğu Suphi Taşhanlarca yayılmaya çalışı
lan, çevremizde çok karşı çıktığımız “Dinamo Nâ-
zım ’ı geçti şiirde; imgeleri daha ustaca!” sözlerine
yeniden kızmaya başlamıştık. Basri’nin, “Bu pehli
van şu pehlivanı geçti; çünkü bıyık bıraktı!!” dem e
sini de hep gülerek anımsarım. Merih hemen pelür
kâğıda daktiloyla 5-6 kopya çoğalttı şiirleri. Gü
vendiklerimize verip okutmaya başlamıştık. Ü ni
versite öğrenimini, çıplak taş odalardan oluşan o
günkü Fatih Medresesi’nde sürdürme çabasındaki
Asaf Ertekin, koşullara dayanamayıp Ankara Dil-
58
Tarih Fakültesi’ne gidince, bu kopyalardan birini
de Ankara’ya götürdü; Kurtuluş Savaşı Destanı’nın
Ankara’nın solcu çevresine geçişi de bu yolla oldu
sanırım. Bir gün, Askeri Tıbbiye O kulu’nda, ye
mekhaneye giderken pat diye karşıma çıkan Okul
M üdürü General H üsnü Külünk durdurdu beni,
“Arayın üstünü!” dedi yanındaki Yüzbaşıya. M e
rih’in vesikalık boyunda bir fotoğrafından başka bir
şey çıkmadı üstümde. Yırtıp yere attı fotoğrafı;
“Hep kızlarla gezersin!” diye bağırdı. Büyük bir
tehlike atlatmıştım. O günler yanımdan ayırmadı
ğım, ince peliir kâğıda daktilo edilmiş Nâzım ’ın
“KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI” da çıkabilirdi
üstümde.
59
ödentileri vermek biçiminde sürdürme görevi M e
rih’le bana düştü. İlk bir-iki buluşmaya Basri de
geldi gibi kalmış aklımda. Öteki arkadaşlarımızı
bildirmemiş, yeni ilişkimizi bir denemeden geçir
meyi uygun bulmuştuk. Bir gün Basri’nin kızgın
lıkla dediği gibi, “Ödentini ver, imanını kavi
tut!”la bir yere varılamayacağı belliydi. T uttuğu
muz dal yine elimizde kalmıştı.
60
tal Kurtköyü öğretmenliğine aldatabildikleri karı
sı, çocuklarıyla geçirmesine de izin veriyordu. Şim
di tam anımsamıyorum; ya bir rastlantı, ya da
Ham di T opuz’un aracılığıyla AnkaralIlardan Elekt
rikçi Muzaffer diye biriyle ilişki kurmuştu Basri.
TKP Merkez Komitesindeymiş Muzaffer. Üskü
dar’da bir evde buluştuk, derdimizi açık açık ko
nuştuk onunla. Baş sorunum uz, niye gizli çalışıl
mıyordu? “ Çalışamazlar. Komintern’in ‘Desantra-
lizasyon’ kararı vardır; TKP’ye gizli çalışma yasak
edilmiştir,” diye, yıllar önce salt uygulamalarını an
latan İskender’den (Mustafa) duyduklarımızı, ka
rarın adıyla, ayrıntılı gerekçeleriyle, dedikodu do
zunu da bolca tutarak uzun uzun anlattı. Ancak,
’36 sonlarında alınmış bu kararın bugün yeniden
gözden geçirilmesi gerekiyordu. Bunu yapmama
ları TKP’yi yönetenlerin kaçaklıklarından, korkak
lıklarından kaynaklanıyordu. O da Merkez Komi-
tesi’ndeydi; çalışmaya başlanırsa bildirecekti bize.
O günkü delikanlı devrimci kafamıza, yöneticileri
suçlayan yiğitçe sözler öyle yatkın gelmişti ki, o n
ların çalışmaya başlamalarını beklemenin mi, yok
sa, bu onuru onlara bırakmayıp işe bizim atılmamı
zın mı devrimciliğe daha yakışır olacağı, Muzaf-
fer’den bunları duymamızla birlikte gelip günde
mimize oturdu! (Yıllar sonra, ’51 Tutuklam asında
çatışmaya düştüklerinde, Zeki B aştım ar’ın,
TKP’de ancak ‘4 3 ’lerde gizli çalışma başlatan Ge
nel Sekreter Reşat Fuat’ı -dolayısıyla Şefik H üs
61
nü’yü-, Alman faşist ordularının Stalingrad yenilgi
sini görmeden yerinden kımıldamadığı biçiminde
ki suçlaması, o geçmiş günleri anımsatıp düşün
dürtm üştü bana. Nasıl yapabiliyordu bu.suçlama
yı? Zeki Baştımar’m kendisi de, çalışma kararının
geciktirildiği savında olduğu partinin karar verme
yetkisi taşıyan en sorumlu yerinde değil miydi?)
Arkadaşlarla da konuşup bir süre daha bekledikten
sonra işe atılma karan aldık. Bildiri için daktilomuz
vardı. O günler fakültelerde kitapsız kimi profesör
lerin notlarının basıldığı, o savaş günlerinde pek de
kolay bulunmayan şapirograf (mumlu kâğıttan
baskı yapan ilkel araç), top kâğıt, mürekkep v.b.
edinmemiz gerekiyordu. Babıali’de, büyük kırtasi
ye toptancısının vitrinine yeni gelmiş dizi dizi şapi-
rograflan görünce sevindik ya; nasıl alacaktık?
Alanların kimliğini saptıyorlardı! Eski çevresinden
güvendiği bir arkadaşını, yedek subay üsteğmen
olarak askerliğini yapan -’51 Tutuklam asındaki İs
tanbul İl Sekreteri- Tevfik Dilmen’i buldu Basri.
Para ona verildi; gidip bilmem kaçıncı alaya diye al
dı, getirdi baskı aracını Tevfik Dilmen. Diyecek
yoktu keyfîmize. Araç-gereçler, H aig’in, Harbi-
ye’de bir Ermeni ailesinin üst katında yeni kiraladı
ğı odasında toplanıyordu. Yalnız daktilo bizdeydi.
Tam o sıralar yeni almaya başladığımız duyumlarla
gene bir sallantıya düştük. Reşat Fuat’ın askerden
kaçtığı, Parti’nin gizli çalışması için toparlanma yo
luna girildiği söylentisi dolanmaya başlamıştı. O
62
arada biz Samsun’un Çarşamba’sında evlendik
M erih’le. Bilmem ne mahallesinde öğretm en diye
işlendi kimliğim nikâh defterine. Benim evlenmem
askeri yasaya göre yasaktı. Ya yirmi beş yaşımı bitir
mem, ya da üsteğmenliğe yükselmem gerekiyordu.
Merih fakülteyi bitirmiş, ben İstanbul’dan ayrılma
mak için bitirme sınavlarına girmemiştim. İstan
bul’a döndüğüm üzde Basri tezkere almış, İstan
bul’da iş arıyordu. H .İ. Dinamo askerden kaçıp ka
rısı Kurtköyü’nde öğretmenlik yapan Basri’lere sı
ğınmıştı. TKP Merkez Komitesi’nde olduğuna
inandığı Mihri de askerliği bitirip Sümerbank Satı-
nalma’ya girmişti; Basri sık sık uğrayıp TKP konu
sunda bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu ondan.
M ihri’yle benim de buluşup konuşmamı önerdi
sonunda. Gidip Karaköy Sümerbank’ta buldum
M ihri’yi. Sevinçli, küslü, kavgalı, barışmalı, sırasın
da uzun, kısa yol ayrımlı, yer yer uzaklaşan, yer yer
koşut, ya da kesişen çizgilerdeki altmış yıl boyu ar
kadaşlığı, güneşli bir günde, Karaköy, köprü çevre
sinde ağır ağır gezinip konuşarak başlatmış olduk.
Ne o, ne de ben Parti sözü etmiyorduk açık açık
ya; o benim neyi öğrenmek istediğimi anlıyordu,
ben de onun ne dediğini! Kuşağımdan biriydi; ne
kültürü, ne sanat, edebiyat anlayışı, ne davranışıyla
daha önce gördüğüm , duyduğum TKP’li tiplerden
hiçbirine benzemiyordu. Özentisiz, içten, olduğu
gibi bir görünüm veriyordu her yönüyle. Yine bu
luşmak dileğiyle ayrıldık.
63
Fakülte bitmişti. O günkü yasaya göre benim
askeri öğretm en atanabilmem için önce Yedek Su
bay O kulu’nda altı aylık eğitimden geçmem gere
kirdi. Askeri öğretmenler, subay değil askeri m e
m ur sayılıyorlardı o günler çünkü. Ankara’ya gide
cektim; Sefer Aytekin’le, Asaf Ertekin’le konuşup
yeni çalışmaya onların katılmasını sağlamak olanağı
da çıkmıştı. Um duğum gibi de oldu. Sefer’in Sa-
m anpazan’ndaki evinde, Asaf la birlikte haftalık
toplantılara başladık. Bir süre sonra, Emin Türk
Eliçin’in kardeşi, köy öğretmeni Bekir Eliçin’i de
önerdi Sefer. Ancak ona İstanbul bağlantısından
söz edilmeyecek, köylü sorunlarına ağırlık verile
cekti. O da katılmaya başladı ya, onunla konuşma
larımız ister istemez kısıdı oluyordu.
64
bir dergi çıkarmanın peşindeydiler. Muzaffer Şe
rif le Behice Boran daha Marksist militan tavır için
deydiler; Sefer Aytekin’le de daha yakın ilişki kur
muşlardı. Bir pazar sabahı buluştuk Seferlerde;
uyum içinde süren bir konuşma yaptık gün boyun
ca. Özellikle üniversite çevresindeki ırkçı faşist eği
limlilere karşı yürüttükleri bilimsel-politik savaşımı
anlattılar. İleri öğrencilerle ilişkilerinden söz edildi.
T u rt ve Dünya ile ayrılıklarına ne biz, ne onlar de
ğindi o gün. İşbirliği yapmalıydık. Felsefe Şubesi
Psikoloji Bölümii’nü bitirmiş M erih’in, Muzaffer
ŞeriPin asistanlığına girmesi de, İngilizce öğrenimi
için Behice Boran’la çalışması da hemen kararlaştı-
nldı; bir hafta kadar sonra da, Behice H anım ’ın
M altepe’deki evinde başladılar çalışmaya. T u rt ve
Dünya ile çatışmaları Behice Boran’ın evindeki ko
nuşmalarda girdi gündeme. Fakülte’ye gittik M u
zaffer ŞeriPin çağrısıyla. Kurmaya çalıştığı “Sosyal
Psikoloji” bölümüyle ilgili düşüncelerini anlattı da
ha çok M erih’e. ADIM LAR dergisinin ilk sayısın
da yer alacak bildiri okundu bir gece Behice Ha-
nımlar’da. Güzeldi bildiri. Konuşmalarda anlaş
mazlığa düştükleri T u rt ve Dünya?cılara eleştirileri
de yerinde görünüyordu. Behice H anım ’la kısa za
manda kaynaştık. Öğrenip edindikleriyle Ameri
ka’dan gelince, “Tamam komünistim de; şimdi ne
yapacağız?” diye kendi kendine o da kalmış öylece
bir süre. Zeki ile ilişkileri vardı ya, neye, nasıl bağ-
landıklannı, bağlanacaklarını daha onlar da pek bil
65
iniyorlardı. Biz yıllardır yaşıyorduk aynı şeyleri.
TKP’ye karşı öteden beri aramızda konuştuğum uz
ağır eleştirileri, özel durum um uzun gizli yanına
değinmeden ona da aktardım. Birçok denemelerde
türlü anlamsız olumsuzluklara tanık olduktan son
ra, ’51’deki yargılamalar sırasında acı acı, “Bunla
rın hepsini Kadir söyledi bana,” demiş bir gün M e
rih’e Behice Hanım. O, ’42-’43 kışım sık sık bulu
şup konuşarak geçirdik Behicelerle. A D IM I A R
dergisinin çıkan ilk sayısını “ıslatmak” için M uzaf
fer Şerif, Behice Boran’ı, M erih’i, beni Ankara’nın
ünlü bir lokantasına götürdü bir akşam. Aşırı se
vinç içindeydiler; dergiyi çıkarma iznini almaları
kolay olmamıştı. İstanbul’dan “Parti” adına gelen
Mihri, Muzaffer Şerifin bütün gerekçelerine kar
şın, Y u rt ve Dünya’’dan ayrı bir dergi çıkarmanın
doğru görülmediğini bildirmişti. Sonunda, tam is
tasyonda, “Biz, tastamam Zeki Baştımar’ın deneti
minde bir dergi çıkaracağız,” deyince akan sular
durmuştu. Ankara’nın “en büyüğü” Zeki, Baştı -
mar’dı o yıllar çünkü! TKP’nin direklerinden sayı
lıyordu. Zeki Baştımar’dan söz ettiğimizde bir
gün, M ihri’nin “ Paha biçemezsin!” dediğini de iyi
anımsarım. Buna hangimiz inanmıyordu ki? ’43 yı
lı 1 Mayıs’ında da, Muzaffer Şerif, Behice Boran,
adını anımsamadığım (Remzi?) bir öğretm en arka
daşları, Gazi Orman Çiftliği’ne gidip bayramı bir
likte yaptık. Akşam trenle dönerken biz bize kaldı
ğımız kompartımanda Behice ile Merih, ayrı renk
66
teki gerçekten güzel sesleriyle “çok sesli” yaparak
türküler söylediler birlikte. Güzel bir “ 1 Mayıs”
geçirmiştik. Reşatlar tutuklanıp da, biz Mihri ile
çalışmaya başladığımız günlerdeydi. İstanbul’a ge
lince beni aramaları için haber saldım onlara. Bir
rastlantı, M erih’in teyzesini görmeye gittiğimiz
Kalamış’ta karşılaşıp Muzaffer, Behice, Merih, ben
bir saate yakın dolaştık. O günler TKP’ce yayınla
nan, Reşat Fuat’ın yazıp Faris Erkman’ın üstlendi
ği “En Büyük Tehlike” adlı broşür üzerine konuş
tuk. Tutuklamanın getirdiği dağınıklıktan yakını
yorlardı. Herkes “M ühr-ü Süleyman bendedir, di
yor!” dedi Muzaffer Şerif. İlişkiye geçtikleri bir ad
verdi. Adamı biliyordum; “M ühr-ü Süleyman her
halde onda değil,” dedim. Onlara haber gönder
memin nedeni Mihri ile buluşturmaktı. Behice’nin
gelmesi için gün, saat kararlaştırıp ayrıldık. Muzaf-
ler Şerifle son görüşmemiz oldu bu. Suadiye’de
ı ünlenmeye gelmişti. Otelde peşine taktıkları süm
sük bir Laz polisi nasıl atlattığını alaylı biçimde an
latıp durm uştu. Behice de, Muzaffer de inanmış
komünistlerdi. Behice yolunda yürüdü. Daha da
militan savdaki Muzaffer Şerif, Amerikan cöngü-
liinde nasıl yitip gitti, ürküyle şaşmışımdır. Bir ara
ılınıp cılız am pulün sallandığı bir aralıkta, Ankara
ı. iiivenlik’te tutulm uştu birkaç gün; Türkiye’den
kopup Amerikanlaşmasmın nedeni ondan kaynak
lanmış bir yılgınlık olabilir miydi? Behice ile ilişki
lerimiz, ben cezaevinden çıkaktan sonra uzun yıl
67
lar sürdü. Oğlu D ursun’la bizim Barış çocuklukla
rını birlikte geçirdiler gibi. T İP ’in kuruluşundan
sonra, çeşitli nedenlerle gevşedi yakınlığımız. Sağ
lıklı denemeyecek bir nefret duyuyordu Mihri’ye
karşı nedense? Bizler daha cezaevindeyken, ola ki
Zeki’yle çatışma başlayınca belirginleşmişti ayrılık
lar. Zeki’ye bağlı olduğu söyleniyordu Behice’nin.
Ben sanmıyordum; nesnel davranma çabasını sindi
remeyenlerin ters yorumuydu bu olsa olsa. İçerde
binleriyle hayli hır gür yaşadık bu konuda. Çıkınca
da, bu olaylar üzerine sayısız konuşmalarımıza kar
şın böyle bir bağlılığına tanık olmadım. D oktor
H ikm et’i ne tanıyor, ne de tanımak istiyordu. Av-
şa Adası’nda, bir yaz birlikte olduk. TİP milletve
kili idi Behice. Bir rasdantı, D oktor H ikm et de ka
rısı Emine H anım ’la geldi adaya, beni buldu. İyi
bir firsattı. Buluşturmak istedim; D oktor hemen
evet dedi; Behice yanaşmadı. TKP’nin geçmişi ile
ilgili hiçbir bilgisi yoktu Behice’nin. TKP’yi tanı
mamış birinin Türkiye’yi, özellikle de Türkiye So-
lu’nu -hele o yıllarda- yanlışlara düşmeden değer
lendirebilmesi olası mıdır? Yaptığım eleştirileri hiç
de beklediğim biçimde karşılamıyordu. Parti yöne
timi konusunda yıllarca derdeşip paylaştığımız d ü
şüncelerin tam karşıtı yolda olanlarla birlikte, ö r
gütte başa geçmiş olmanın tepeden bakma tavrın
dan kurtaramıyordu kendini. Eski arkadaşlarla iliş
kilerinde kaü, itici, sevecenlikten uzak, bencil gö
rünümlü bir tutum sergiliyor, gerekçe olarak da,
68
T İP ’i kapattıracakları kaygısını öne sürüyordu. Tek
durmayacaklarını bildiğim kimi eski arkadaşları
T İP ’ten attılar. Toplantılarda “hayın!”, “dönek!”
diye sövüp sayarlarmış kimi eski keskin arkadaşları
mız Bchice’yc. Olay, neresinden baksan üzücüydü;
iki yanda da var olmayan esneklikten ötürü sorun
çözümsüzlüğe sürüklenmişti. Rasüaştığımız kocası
Nevzat’la Eşrefin ünlü beytini gönderdim Behice
H anım ’a: “Gam değil amma bu mülkün böyle el
den çıkm ası/ Gitgide zulmetmeye elde ahali kal
mıyor!” Bir Gün Tek Başına’’ya “Orhan Kemal
Ö dülü” verildiği törene gelmişti. Hiç arayıp sor
mamamız için “Ayıp olmuyor mu?” dedi beni kut
larken. “Evet, ayıp oluyor!” dedim ben de! Aynı
sözcüklerle başka şeyleri söylüyorduk! Sovyet Kon
solosluğundaki OKTOBR kokteylinde merdiven
de karşılaştık epeyi zaman sonra; gülümser bir se
lamlaşmayla uzaklaştık. 12 Eylül’den sonra da hiç
görüşmedik. Almanya’da, N ürnberg’teki bir ko
nuşmam sırasında televizyondan verilen ölüm ha
berini bildirdiler. Konuşmayı kesip saygı duruşuna
çağırdım dinleyicileri. Salonda elçiliğin bir adamı
nın bulunduğunu fısıldadılar kulağıma, iktidara,
inadına verip veriştirerek dilimin döndüğünce yü
celttim Behice Boran’ı. Bir arkadaş topluluğunun
arabasıyla'Merih’le birlikte Brüksel’e, ölüm töreni
ne yetiştik. Hayli kalabalıktı. Tabut Türkiye’ye
gönderilecekti. Onurlu, Türkiye’de kaçınılmaz bi
çimde acı, gene de mutiu bir yazgıyı yüklenmişti.
69
Eksisi arasıyla devrimci yolda yürümüş yiğit bir sa
vaşçı diye düşünürüm hep Behice Boran’ı.
70
runluydu. İstanbul’a gene kaçak gittik ilk küçük ta
tilde. M erih’in ailesi Selanikli idi. Babası D oktor
Ertuğrul Baykal, Samsun’dan ayrılmış, İstanbul’da
Nişantaşı’nda, Selanikliler çevresinde başlamıştı
doktorluğa; biz de orda kalıyorduk artık İstanbul’a
geldikçe. Evdekileri biçimine getirerek ayarladığı
mız bir gün topladık sorumlu arkadaşları. Aklımda
kalanlar, Tahsin Berkem, Haig Açıkgöz, Yusuf
Atılgan, Osman Paçalı, Merih, ben. Haşan Basri
Alp gelememişti; bize uyacaktı. Birliğimizi dağıtıp
tek kişiler olarak TKP’ye girme karanna varıldı.
Ö rgütüm üzün ilişki kurduğu öteki gruplarla da
her türden bağ koparılıp durumları Parti’ye bildiri
lecekti. Topluca girmenin Leninist parti anlayışına
aymayacağının bilincindeydik. Elimizdeki daktilo,
şapirograf, toplanmış ödentilerden oluştuğu kadar
para TKP’ye devredilecekti. Osman Paçalı’nın, ge
ne çalışamadığını, aldatıldığımızı görürsek hemen
bir araya gelmemiz için ilişkilerimizi gizlice sürdür
memiz yolundaki önerisine karşı çıktık; öneri red
dedildi. TKP’ye inanarak bağlanmaktan başka yol
yoktu; ötesi, örgüt başındaki yöneticilerin sorum
luluğu idi artık. Böyle kesin karar alınmasında en
çok, ilişkilerimizin sürdüğü M ihri’nin bizde yarat
tığı yakınlık, güven duygusu etkin olmuştu denebi
lir. Ertesi akşam ben, yeni atanıp öğretmenliğe baş
ladığım Akşehir’e dönecektim. Basri ile buluştuk o
sabah; Sebati Selimoğlu’nun Haydarpaşa ile Kadı
köy arasında bir sokak içinde, düzayak bir kattaki
71
evine gittik. Bizdeki daktiloyu, birikmiş parayı -ne
kadar olduğunu anımsamıyorum, çok bir şey değil
di sanırım- Sebati’ye bıraktık. Geri kalan araç ge
reçler Haigler’deydi. (Şimdi Leipzig’de zihinsel
özürlü olarak yaşayan Haig, on yıl kadar önce yaz
dığı anılarını okutmuştu bana. Vartan İhmalyan’ın
anılan gibi onunkileri de yayınlatabileceğimiz! söy
ledim. Çekindi niyeyse, istemedi. Sağlığını yitirme-
mişti daha. Ancak bu olayları anlatırken, ola ki,
kendini fanteziye kaptırıp gerçekleri saptırmış gi
biydi. Uyardım. “Al, bildiğin gibi düzelt!” dedi.
Böyle bir karışmayı doğru bulmadığımı, gerekirse,
ayrıca yazacağımı söyledim. Ayrıntılarıyla anlattı
ğım bu olaylarla gerçeği titizlikle yansıttığımı sanı
yorum.) Akşehir adresimi alıp bana bir yazışma ad
resi verdi Sebati. “Bayan Macide Çetin, Kasap Ya-
kup Eligür eliyle” diye kalmış aklımda. Sonradan,
Reşat’ların ’44 kararlarından öğrendim ki, Celal
Benneci’ymiş adresteki Macide Hanım; Reşat Fu
at’a gidermiş zarflar. Parti yayına başlayacaktı ya
kında. Yöremdeki sosyo-ekonomik, politik olayları
belge ağırlıklı olarak yazıp bildirmemi istiyordu
benden Sebati. Gizli yayınları da adresime gönde
receklerdi. Bir askeri garnizondaydım; riskli olacak
tı. Başka olanak yoktu; kurye kullanacak güçte de
ğildik. Kurye kullanmak da ayrı bir riskti. Okulun
değil, “İstasyon Caddesi, Arabacı Tevfik Kavga’nm
evi” diye oturduğum yerin adresini verdim. Çevre
deki gözlemlerime dayalı birkaç yazı gönderdiğimi
72
anımsıyorum Akşehir’den. D ört gözle beklediğim,
“Parti’nin Görüşleri ve Dilekleri” adlı on beş sayfa
ya yakın bir bülten, kalınca bir zarf içinde geldi so
nunda. Çalışmaya başlanması kararının verilmesin
de etkin olduğu söylenen günün koşullarında,
adından söz edilmeden “desantralizasyon” kararıy
la benimsenen tutum un geçerliğini yitirdiği, olum
suza değişimi belirlenen Kemalist parti iktidarına
karşı yeni bir dönemin başladığı açıklanıyor, yapıl
ması gerekli işler bir bir sıralanıyordu bültende. Şe
fik H üsnü’ce yazıldığını sonradan öğrendiğimiz,
gerçek bir Marksistin, ülkemizin o tarihsel döne
mecini inceleme ürünü olan bu “GÖRÜŞLER-
DİLEKLER” yazısının bugünkü kuşaklarca da
okunması, üzerinde düşünülüp tartışılması ne ka
dar yararlı olurdu. Sadeydi, açık seçikti yazı; benim
gibi, “burjuvaziyi devirip sömürüye son vererek
proletarya diktatörlüğünü kurduk m u!” deyince
her şeyi çözdüğünü sanan, burnu havada coşkulu
bir komünist delikanlının ayaklannı yere başaracak
ölçüde de aydınlatıcıydı. Bülteni okuyunca, iyi ki
biz kendi başımıza işe girişmedik oldu ilk aklıma
gelen! Bültendeki düşüncelere, kimi önerilere pek
yabancı sayılmazdık gerçi. En azından TAN gaze
tesinde benzeri yaklaşımların, bir ölçüde yer aldığı
görülüyordu. (D oktor Şefik H üsnü’nün, bu yön
deki yazılannın TAN’da imzasız yayınlandığını
sonra öğrendik.) Sorun, komünistçe yayma kalkıl
dı mı, “burjuva yayınlarında yer verilmiş” böylesi
73
“oportünist!” görüşlerin doğrultusunda değil, bir
yıllar TKP’nin de yineleyip durduğu, salt uzlaşmaz
sınıf kavgasına dayalı katı savların kendine özgü
jargonuyla ortaya atılma zorunluluğuna inanılma-
sıydı. Birimiz olaya doğru yaklaşacak olsak bile, ço
ğunlukça ağır biçimde suçlanarak dışlanırdı. Başla-
saydık, Türkiye’nin tarihsel gelişimine dayalı o
günkü toplumsal yapımızın gerçeklerini, içinde bu
lunduğum uz koşulların gereklerini daha doğru dü
rüst kavramamış olan bizler de, yararlı değil zararlı
olan o naneyi yiyerek girişecektik işe. Kendimizle
birlikte bir sürü arkadaşımızın da, gereksiz yere ba
şım bin bir derde sokarak. Ya polis, provakatör, ya
da, pek de yerinde olarak “küçük burjuva serüven
cileri” diye de damgalanacaktık. Bugün, ayakları
yere basmadan, en ağır özverilerle ortaya atılan (ya
da gizli maniplasyonlarla ortaya itilen) genç kuşak
larımızın yarattığı acıları, içim sızlayarak gördükçe
hep o olguyu, benzer duygularda yaşadığımız o
günleri anımsadım; oyunu düzenleyenlere de lanet
okuyarak devrimci gençliği doğru çizgide örgütle
yip toparlayacak güçlü bir Parti’niıı var olmaması
na yürekten yanıp durdum.
75
rul Bey, Tahsin’in babasının da doktoruymuş Sam
sun’da. İlerde Tahsin tutuklandığında D oktor’u
bu olay için Birinci Şube’de soruşturmaya çağıra
caklar, o da Tahsin’lerin aile doktoru olduğunu
söyleyecek, bizim arkadaşımız olarak tanıdığını
saklamak akıllılığını gösterecektir.) Başka da bir ya
ramazlık yoktu şimdilik! M ihri’ye bağlı olarak sür
dürmeye başladık çalışmayı. Elde kalanlan toparla
ma çabasıydı bir tür. Behice H anınila M ihri’lerin
Fatih’in Çarşamba semtindeki evinde buluşup A n
kara’daki durum , özellikle de Fakültedeki ileri öğ
rencilerin örgütlenmeleri üzerine konuşma, TKP
Samsun İl Ö rgütü’nden Nişantaşı’ndaki bizim eve
gönderilen tütün işçisi Partili ile Gülhane Parkı,
Sarayburnu’nda Mihri ile buluşup bağlantı kurma,
M ihri’nin getirdiği S.K. (Santral Komite) imzalı,
günün politik durum unu TK P’nin görüşü açısın
dan saptayan bildiriyi evde M erih’in çoğaltması...
O yaz boyu sürüp giden buluşmalarımız yeni bir
çalışma dönemini açma uğraşıydı. “İH A C ” , İleri
Halkçı Cephe adlı bir demokratik cephe örgüden-
mesi tartışmalarını da anımsıyorum. Adı sıcak bul
mamıştım. Yeri gelmişken, Sefer Aytekin’le ilgili
bir olayı anlatayım burada. Mihri, M ucur’da sür
gündeki Boz M ehm et’in İstanbul’a gelmesinin ya
rarlı olacağını söylüyordu. Nasıl sağlayabilirdik bu
nu? Tanıştığımıza göre benim gitmemdi en doğru
su. Olur, dedim. İşi üstlenirken Hacı Bektaşlı olan
Sefer Aytekin’e güvenmiştim açıkçası. Güvenimin
76
yersiz olmadığını da Ankara’ya gider gitmez gör
düm. Ankara’ya vardığımın akşamı trenle yola çık
tık Sefer’le. Yerköy’de inip Toprak Mahsulleri Ofı-
si’nin bir kamyonu üstünde, köylülerle Kırşehir’e,
oradan da bir yaylı ile M ucur’a vardık. Tek araç bu,
’44 yazı savaş yıllarında. M ucur’da, Sefer’in tanıdı
ğı köy öğretmeni arkadaşları çıktı. Ben, Bektaşilik-
Hacı Bektaş-ı Yeli üzerine çalışma yapıyordum,
onun için gidiyorduk Hacıbektaş’a. O gece orda
kalacağız; otel filan yok M ucur’da, köy gibi bir yer.
Bizi boş olan ilkokulun bir odasına yatak, karyola
koyarak konuk ettiler. Boz M ehm et’e verilmek için
M ihri’nin getirdiği, sarıp sarmalanmış, ceviz bü
yüklüğünde sarı top kâğıdı gözüm gibi saklıyorum!
Ele geçmesi kadar, ünlü dalgınlığımla düşürüp yi
tirmem korkusu da var içimde. Gece yatacağımız
sıra, bir baskınla arama yapılması olasılığına karşı -
Sefer’in öğretmenlere pek güveni yoktu çünkü-,
üstüm üzde çıkmaması için kâğıt topunu odanın bir
köşesindeki tahta aralığa sıkıştırmanın doğru olaca
ğını düşündük. Öyle de yapıp yattık. Işığı karartır
karartmaz, tahta duvarların içinde patır patır dola
şan koca farelerin ayak sesleriyle dikildik yatakta!
Aynı anda, aynı şey geçmişti ikimizin de kafasın
dan: “Ya fareler kâğıdı yerse!” Bizi bir gülmek al
dı. O geceki durum um uzu anımsadıkça, şu satırla
rı yazarken bile gülüyorum. Ama şakası yoktu; olur
m u, olurdu! Parti’ye bunun hesabım nasıl verirdim
sonra ben? Kâğıdı çıkardık duvardan; yastığın altı
77
na aldım. Ertesi sabah, pazar kurulmuş olan mey
danda Boz M ehm et’le karşılaştık. Şaşıp kaldım; hiç
de tanıdık gibi bakmıyordu! Niye, nasıl baksındı ki,
epeyi yıl önce, salt geceleyin, yarı karanlık sokaklar
da, asıl önemlisi de asker giysileri içinde görmüştü
beni; şimdi sivildim, nereden anımsayacaktı? Soku
lacağım sıra basıp gitti. Sefer’le gözüm üz M eh
m et’teydi. Çoğu kişinin gözü de, biz yeni gelenler
de. M ehm et’in yürüyüp girdiği M ucur’un tek kah
vesine biz de gidip Sefer’le tavla oynamaya başla
dık. Biçimine getirip anlaştırmaya çalışacağız.
Mehmetçiğim daracık kahvede, arkalarına oturup
dört kol iskambil oynayanlara dalmış, bize baktığı
yok. Bir-iki söz çıdattım kapalı; İstanbul’dan Kara-
güm rük’teki Osm an’ın selamını söylüyorum Se-
fer’e, M ehm et’e duyurmaya çalışıyorum aklımca,
hiç oralı değil. O kalkınca biz de kalktık bir ara.
Kâğıdı Sefer aldı benden. Pazar alanında, bir satıcı
nın çevresine toplanmışların arasına girip seyre da
lan M ehm et’in yanma gitti; konuşuyorlar! Ben hal
kanın öte başındayım; gözüm çevredekilerde. Bir
jandarma eri M ehm et’le Sefer’e dikmiş gözünü,
bakıyor. Kötü oldu diyordum ki, M ehm et ayrılıp
gitti, jandarma da döndürdü başım. Sefer kâğıdı
gizlice vermiş bu ara, bir de buluşma ayarlamıştı.
M ehmet bizi izleyecek, ayrı yollardan kasaba dışına
gidip kırda, uygun bir yerde buluşacaktık. Tasar
landığı biçimde de uygulandı buluşma. Peşimiz sı
ra kırlık yere geldi M ehmet. Sefer gözcü kaldı. Biz
78
M ehm et’le çukur bir yere inip konuştuk yirmi da
kika kadar. Durum u anlattım. Çok sevinmişti gö
reve çağrıldığına. Ü zgündü aslında; unutulm uş gi
bi duyumsamaya başlamış kendini, diyordu. Gene
ayrı yollardan döndük M ucur’a. Ayrıntılarıyla an
lattığım gibi bu işi kotarmış olan Sefer Aytekin’dı.
O olmasa ne yapardım bilmem. Kâğıdı isteyip ben
den alması da, asıl Parti sorumlusu olan birini ko
rumak içindi. İşimiz bitmişti. Hacıbektaş’a uğra
madan dönm ek olmayacaktı. Doğrudan araç yoktu
Hacıbektaş’a; o yöreye giden bir kamyona atlayıp
köyün epeyce uzağında indik şosede. Tarlamsı
bahçeler arasından yürüyoruz. Bir ağaçlık yerde
oturup dinlenelim dedik. Sefer biraz kuşkuluydu;
bir kar suyu kaçtı M ucur’dakilerin kulağına, diyor
du. Tam o sıra pat diye yaşlıca bir adam çıktı ağaç
ların arasından; “Selamıaleyküm” deyip geldi, çök
tü karşımıza. Sahibiymiş buranın! Sordu; anlattık
nereden gelip nereye gittiğimizi. Ağırdan söyleşi
yoruz. Günün olayı savaşa kaydı söz. Almanlar dö
nüşe geçmişlerdi Rusya’da. “Sonunda bu Rusları
yenecek görünüyor Almanlar gene de!” dedim!
Çalı dibi taşlıyorum! “Yok Beyim,” dedi adam,
“bu Bolşevikler kolay kolay yenilmez.” Gözucuyla
birbirimize bakıştık Sefer’le. Ne diyordu bu herifr
Ağzımızı mı arıyordu? Adam sözünü tamamlarken,
“Menşevikler olaydı; onlar dayanamazdı,” deyince
biz iyice alıklaştık. Bırak bunu, aydınlardan kaç ki
şi yapabilirdi ki bu ayrımı o günler? Anadolu’nun
79
orta göbeğinde nereden çıkmıştı bu köylü dayı?
Neyse öğrendik; Birinci Cihan Savaşı’nda Ruslara
esir düşmüş bizimki. Bolşevik devriminde oraday
mış. Önce Menşeviklere katılmış, sonra Bolşevikle-
re geçmiş. Sonra da dönüp köyüne gelmiş. Hepsi
olurdu da, gelip bu kişinin böyle bir günde bizi
bulması da oluyordu demek! Ne kirli çıkın ülkedir
şu Anadolu! Hacıbektaş’ta, Sefer’in ablasında kal
dık bir gece. Eniştesi evde yapılmış kaçak, anason-
suz rakı çıkardı; içmedik. Bizim araştırma masalını
yemedi Enişte Bey; “Siz bir işler çevirmeye gelmiş-
sinizdir,” diye takılır gibi açık açık belirtti kuşkusu
nu! D öndüğüm de Boz M ehmet çoktan gelmişti
İstanbul’a. Aklıma da gelmedi değildi ya; ayıp olur
diye uyarmamıştım birkaç gün geçmeden ayrılma
ması için. Bir gün bile bekleyememiş uyanık yolda
şımız, bizim ayrıldığımız günün akşamı da o pır
demiş! M ucur’dakilerin kulağına kar suyu, daha da
kaçmamışsa!
80
gösterdiği yerde. Çıktık yola. Kasımpaşa, Yenima
halle yöresine indik; yüz metre kadar ardından izli
yorum Şükriye’yi. Toprak bir sokağa girdi. Yer yer
apartmanlar dikilmiş ya, daha çok boş arsalar, bah
çeler var; bugünkü gibi çimento yığını oluşmamış
daha. Gelen geçen de yok pek. Şükriye eğilip pabu
cunu bağlar gibi yaptı; yürüdü gitti. Durup göster
diği yer, oluklu saçla çevrili koca bir bahçenin ge
niş, sanki hiç kullanılmazmış gibi kapalı kapısı. Ge
çerken bakıyorum,.zil mil de yok. Şaşırdım ya; gös
terilen yer burasıydı! Pazar sabahı, güneşli bir gün
de indim Yenimahalle’ye, çevreyi kollayıp önüme
ardıma bakarak sokağa girdim. Yaklaştım kapıya;
şöyle vurdum bir-iki, hiç ses yok. Eğilip kapının
çadağından baküm; bir zerzevat bahçesi; kimse de
yok görünürde. Bir-iki daha vurdum, gene çıt yok;
eli boş döneceğim! Oldu olacak deyip güm güm
yumrukladım bu kez. Tam dönecektim, ne dediği
anlaşılmayan zayıf bir ses geldi içerden. Eğilip bak
üm , bir adam geliyordu marulların arasından koş
turur gibi. Açtı kapıyı. Dik dik baku yüzüme,
“Ne var?” dedi.
“Basri’yi göreceğim,” dedim.
81
katındaki bir odadaydı Basri. Yan sokağa bakan
penceresi kapalıydı odanın; tavandan sarkan bir
ampulle aydınlatılıyordu. U nutulup söylenmemiş
bugün geleceğim ev sahibine; daha ilk vuruşumda
kapıyı duymuş ya, polis baskını korkusuna kapılmış
adam; sokağa açılan ön kapıdan kaçırmaya kalkmış
Basri’yi. Akşam geç saate kadar kaldım orda; uzun
uzun konuştuk. Parti’ye girerken aldığımız ilke ka
rarma bağlılıkla hem de devrimci konspirasyon ge
reği, gizli Parti çalışmamız üzerine hiçbir şey sor
muyor, söylemiyorduk birbirimize. O günün geli
şen polidk olayları, bir değil, birkaç günü doldura
cak yoğunluktaydı. Yazdığı şiirleri okudu bir ara.
Sivas’ta, tutuklamadaki “Ulvi” adlı bir ajan provo
katöre yazılmıştı biri. Duygu yüklüydü şiirler. Ya
zık ki, ne aklımda kaldı, ne de elimizde bir kopya
sı var bugün. Bir de -beni daha güvencede görü
yordu demek!-, başına bir iş gelirse, çocuklarıyla il
gilenmemi istedi benden. İki kızı, bir küçük oğlu
vardı; bir baba olarak ölesiye düşkündü çocukları
na. “Biz kalacak mıyız?” diye takıldım ya, ne onur
du bana bu güveni göstermesi; nasıl m utlu olmuş
tum duyduğumda! Çeşidi nedenlerle yerine getire
mediğim bu verilmiş sözün acı ağırlığını, yaşamım
boyu yüreğimde taşıdım. Sağlığı da pek iyi olma
yan annelerine kaldı bu ağır görev. Çocuklarını tek
başına, ne savaşlar yürüterek yetiştiren o yiğit an
neye yürekten saygı, bir anlamda da hep borçluluk
duymuşumdur. Gün çabuk bitmişti. Kucaklaşıp ay-
82
nlırken, Basri’yi bilemem ama, bunun son konuş
mamız olduğu, bir daha birbirimizi göremeyeceği
miz benim aklımdan bile geçmemişti.
83
pı kapı dolaştığımız günlerde duyup öğrenm ediği
miz kim kalmıştı ki? Şurada bir ayraç açma gereği
ni duyuyorum. Daha sonraki yıllar boyu, Parti’de
çeşidi kişilerle illegal işler yaptım; bütün bunlar
içinde kendimi en m udu duyumsadığım dönem,
Mihri ile birlikte çalıştığımız o günler olmuştur.
Ara sıra, işten kaynaklanmış kaçınılmaz sürtüşmele
rin yarattığı hırlaşmalarımıza karşın, Parti’de tanı
dığım öteki kişilerden çok ayrı, çok yakın buldu
ğum biriydi Mihri. Cezaevine girdiğinde, salıveri
lince dışarılara gittiğinde nasıl boşluk bıraktığını,
cezaevinden çıkışını, daha sonra ülkeye dönüşünü
nasıl dört gözle beklediğimi bugün de çok iyi
anımsıyorum. Gene çok iyi biliyorum ki, yalnız de
ğildim bu duyguda. Sağır bir toplumda, um udun
tek ışık olduğu o karanlık gizlilik döneminde, açık-
sözlülüğü, yiğitliği, özverisi, -kiminde yukardan
bakıyor izlenimi verse de- arkadaş canlısı davranış
larıyla bütün yakınlan için, benzemeye özen göste
rilecek örnek devrimci, politik bir “star! ”dı Mihri o
günler. Nazilere karşı savaştaki Roosevelt Amerika-
sı’ndan gelmiş yeni, başka bir kişilik olarak görün
mesinin payı var mıydı o günler ona duyulan bu
bağlılıkta, düşünmüşümdür. Tanıdığımız eski ezik,
bezgin, dar kafalı partililerden ayrı, çevreni geniş,
atak bir yanı olduğu hemen görülebiliyordu. Şefik
H üsnü’nün değerlendirmesi de böyleydi; adını
açıkça söylemese de, yakalanan notlarında, karam
sarlıkla sinmiş, yılgın eski Partililere atılım gücü ka
84
zandıran yeni bir arkadaştan söz eder ki, M ihri’dir
o. Eski TKP’ye o günler, yepyeni bir aşı olduğu
söz götürm ez M ihri’nin. TKP’nin eski denemele
rinden geçerek ülke koşullarım yeterince yaşama
mış yanlan da göze batmıyordu o günler. Katı en
gellere çarpmamış o başı yukarda, pürüzsüz yanı,
yıllardır kara duvar dibinde beklemiş, kınk dökük
düşlerimize, özlemlerimize uygun düşerek artı bir
yan kazandırıyordu M ihri’ye belki de! Yaşadığı es
ki denemelerden yararlanmasını bilerek ülke koşul
larını doğru dürüst değerlendiren, eskilerden kaç
kişi vardı ki!
85
köy’e inip ayn ayrı oturduk vapurda. Eve gidip te
lefon başında beklemeye başladım; çok geçmeden
çaldı; D oktor Şefik Hüsnü idi; Deniz’in sağlık du
rumunu soruyordu. İyi olduğunu söyleyip fırla
dım. D oktor’un evine vardığımda Emin Sekun’la
birlikte bekliyorlardı. Beş dakika kadar sonra izin
isteyip ayrıldı Emin; baş başa kaldık Doktor Ta. O
gece, sonraki birçok geceler geç saatlere kadar
uzun uzun konuşmalarını dinledim Şefik H üs
nü ’nün. Düşleyemeyeceğim kadar olağanüstü bir
olaydı benim için. Bugün üstünde yazılıp çizilmiş,
TKP ile ilgili artık çoğu kimsece bilinenler, erişil
mez giz gibiydi o günler. Duyduklarımı yazıp sak-
layamamanın üzüntüsüyle kıvranıp durdum . Yaz
dıklarım ele geçerse en ağır suçlamadan kimse kur
taramazdı beni. Gece eve dönünce heyecanla bek
leyen M erih’e anlatıyor, sık kullandığım bir yön
tem olarak da kendi kendime anlatıp yineliyordum
duyduklanmı unutmamak için. O günkü kaygılan-
mı bugünün genç kuşaklarına duyumsatmak olası
değil. Dinlence iznim kısaydı. Akşehir’e dönmek
zorundaydım. Reşatlar da, Mihriler de gitmişti. Ye
ni bir gizli çalışma başlatılacak olmalıydı. Parti isti
yorsa kaçarak İstanbul’a gelip gizli çalışmaya katı
labileceğimi söyleyince hemen karşı çıktı Doktor.
Böyle bir şeye gerek yoktu şimdilik. İstanbul’a dö
nüşte aramamı söyledi. Garip rasdantılar vardır ya
şamımda. Ayrılacağımızda, kendisine telefon eder
sem, kendimi “Ferdi” diye tanıtacağımı söyledim!
86
Gülümseyerek başını sallayıp, olur, dedi. Daha lise
sıralarında şairlik düşleri kurarken ünlü yazarlara
özenerek kendime bir ara seçtiğim addı “Ferdi
N usret” ! Şefik H üsnü’nün Komintern’deki kod
adının “Ferdi” olduğunu öğrendiğim de Dok-
to r’un yüzündeki gülümsemeyi anımsadım birden;
şaşkınlık kadar, “D oktor ne düşündü acaba? ”yla
karışık sıkılma duydum içimde.
87
“prafa” oynamaktan başka derdi yoktu sanki Yu-
sufun! Kavgaya varmamışa ya, o kadar sevip gü
vendiğimiz arkadaşımla soğukluk girmişti aramıza.
Çok üzülüyordum. M erih’le Celal’le dertleşiyor
duk ancak. Elden ne gelirdi? İstanbul Sıkıyöne-
tim ’den gelen bir yazıyla odalannda arama yapıldı,
gözalana alındı Yusuf; Celal gelip bildirdi olayı.
Biz de M erih’le, kimi yazılan, kitaplan yakıp ya da
ortadan kaldırarak beklemeye başladık. Kimse gel
medi. Tutuklu olarak İstanbul’a götürdüler Yu
suf’u. M ihri’nin örgütlediği “İleri Gençler Birliği”
soruşturmasında ele vermişlerdi. Ben o örgütte bu
lunmadığım için çıkmamışa adım. Yalnız Nuri
İyem, niye, nasıl gerektiyse, bir tarihte ona, “Biz
Parti’ye giriyoruz; sen de gir!” dediğimi söylemiş
poliste. O tek suç aümı ile de almadılar beni. Yu
suf’a sormuşlar sorgulamada; bir şey söylememiş
benim için. Yargılamadan sonra, karar kesinleşince
ye kadar yine okula gönderilen Yusuftan öğren
dim bunları. Ancak daha önce, coğrafya öğretmeni
M emduh U tku, yakın arkadaşı, sıkıyönetim savcısı
Kazım Alöç’ün, “Kadir’in evinde arama yapabilir
ler; dikkatli olsun!” uyansını getirmişti bir izin dö
nüşü İstanbul’dan! Bekledik uzun süre; arama filan
olmadı.Tutuklamadan sonra iyice belli olacaka ki,
bizden uzaklaşıp kendisine ayrı bir çizgi çekme ka
rarım daha Akşehir’e geldiği günler almıştı Yusuf
Atılgan. Bize söyleyemiyordu ya, kalışı namus be-
lasıydı. Tutuklamada da namuslu davrandı. “Altı
88
ay” ceza verip ordudan çıkarmışlardı. Keşke ben de
öyle kurtulabilseydim askerlikten o zaman! Bir ko
nuşmamda söylediğim gibi, yirmi yıl semtimize uğ
ramadı bir daha Yusuf. Bütün aramalarımızı karşı
lıksız bıraktı. Onca yıl sonra ortalara çıkınca, iki ya
zar olarak dostça sürdü gene arkadaşlığımız. “Di-
retemez de sizlere kötülüğüm dokunur, yargılama
da da gördüğüm alçak birilerinin durum una düşer
sem, diye korktum !” dedi bir gün. Güvenmemiz
boşuna değilmiş Yusuf a!
89
üstlenmiş, “uzun yol arkadaşım”dı. Bunu polis de
bir ölçüde sezmiş olmalıydı ki, ’51’de poliste sor
gulanırken Birinci Şube’nin ünlü komiseri Rüştü,
“Abdülkadir Bey’le Merih H anım ’ı on yıldır duyu
yorduk; şimdi görüyoruz!” dedi. Geçmişle ilgili bu
döküm ü yaparken anımsayarak yazdığım çoğu şey
de M erih’e de başvurdum. Yazdıklarım tam örtü-
şür biçimde anımsadıklarımızdır. Önemli bir nok
taya, Basri’nin ölüm haberine geleceğim şimdi. İs
tanbul’a vardığımız gün, M erih’in babası -nereden
duymuştu; anımsamıyoruz- bir arkadaşımızın po
liste öldürüldüğünü, duyduğunu söyledi. Yaptığı
tanım Tahsin’i anımsatıyordu. Doğal ki, acıya bat
tık. Ancak kesin bir şey bilmiyordu Doktor. Ben
evden fırladım; “bir yere” gittim, “birinden” öle
nin Basri olduğunu öğrendim. Sansaryan H an’da,
en üst kattaki Birinci Şube’nin penceresinden at
mışlardı Basri’yi. H aber kesindi. Daha eskilerde,
Birinci Şube’nin Babıali’deki bir yüksek yapının üst
katında olduğu günler, TKP’li tütün işçisi Abbas’ı
pencereden atıp öldürdüklerini biliyorduk. Bu
böyle uygulanan ikinci ölümdü. Acılar içinde dön
düğüm de M erih’i ağlar buldum evde. Olayı, eve
gelen “birinden” öğrenmişti! Bugün bu olayı ya
zarken, bütün uğraşlarımıza karşın, ne M erih, ne
de ben, bu ağır haberi kimlerden duyduğumuzu
anımsayamadık! Geçmişteki nice ayrıntıları kimin
de silik de olsa saklayan belleklerimiz, bu sarsıcı
ağır haberi verenleri kesinlikle dışlamıştı sanki;
90
anımsamayı da reddediyordu! O gece yaşamımızın
en acılı gecelerinden birini yaşamıştık M erih’le.
Şefik H üsnü’ye son gidişimde, Kapalıçarşı’da
bir sokakta sayacı Ahmet Fırıncı’nın adresini verdi;
gidip onunla görüşecektim. Ahmet Fırıncı da (D e
de Ahmet) ad olarak tanıdığım eskilerdendi. Uzun
süre Moskova’da kalmış, Merkez Komitesi üyesi
olduğunu bildiğim biriydi. Gittim. Kendimi tanıtır
tanıtmaz üst üste yığılmış derileri attı yere, başına
çömeldik karşılıklı; dükkâna alışverişe gelmiş biriy
dim, arkam sokakta konuşuyorduk. Bir akşam geç
bir saatte, Fatih Camii’nin arka kapısında, Boz
M ehm et’in beni bekleyeceğini söyledi. Ürkek, te
dirgin bir görünümdeydi konuşurken. Dede Ah
met Fırm cinın söylediği gün, saatte gittim buluş
ma yerine, kimseciğin bulunmadığı karanlık bir du
var dibinden çıktı Boz M ehmet. Fatih’ten Haliç’e
indik konuşarak; sandalla karşıya geçtikten sonra
da Kasımpaşa’dan Tepebaşı’na kadar çıkıp konuş
tuk saatler boyu. Ne mi konuştuk? Tek sözcükle
hava cıva! Dişe dokunur bir iş yapmak gibi hiçbir
tasarı yoktu ortada. Öyle bir derdi de yoktu M eh
m et’in! Kızılordu’nun ilerleyişinden, Sovyetier Bir-
liği’nin yenilmez gücünden, işlerin bütün dünyada
iyiye gittiğinden, bizde de yakında bir şeyler olaca
ğından söz etti durdu. Bana propaganda yaptı yani
bütün gece o nutuk atar sesiyle! Nasıl camm sıkılı
yordu, nasıl kızıyordum! Parti’de yeniden işe baş
lamak için, daha önce yapılmasını düşündüğüm üz
91
çalışmalardan açayım, dedim; boş boş bakıyordu
Boz M ehmet yoldaş! Gel de arama M ihri’yi! Bu ar
kadaşla iş yapmak olacak şey değildi. Gidip yeniden
D oktor'un kapısını da çalamazdım; öyle zırt pırt
gidilemezdi ona. Gitsem ne yapacaktı ki Şefik H üs
nü? Üstüne düşeni yapmıştı o. Parti’de asıl işler,
Dede Ahm et’ler, Boz M ehm et’lerle yürütülecekti,
D oktor Şefik H üsnü ile değil. Boz M ehm et’le de,
Basri’nin dediği gibi, “İmanım kavi tut!” dönemi
başlamıştı gene! Akşehir’e, okula döndüm . Olayın
böyle sonuçlanması hoş karşılanmamış olmalıydı
ki, cezaevinde Dede Ahm et’le konuştuğum uz bir
gün özür diledi bir tür. “Örgütlenm e Sekreteri
Boz’du; onun için gönderdim seni ona. Ben bir şey
yapamazdım,” dedi bir gün. Başka kimler ne yapı
yordu acaba? Ola ki, öteden beri tanıdığı birkaç iş
çiyi oyalamaktan öte neyi örgütieyebilirdi bu de
ğerli sekreterimiz? Bir biçimde herkes için söylen
diği gibi, Boz M ehm et için de, zaman zaman “p o
lis” savı yayılmak istenmiştir. Mihri de bir yazısın
da bu konudaki kuşkularını belirtti: ’51 yargılan
masında ortaya çıktı ki, polisçe bir günler İstan
bul’da aranırken İzm ir’de, M İT ajanı ile koyun ko
yuna örgüt kurarmış Boz Mehmet! Devletin gizli
dosyalan ortaya dökülmeden kimin ne olduğunu
söylemek kolay değildir ya, M ihri’nin takıldığı bu
olay, -bizim bürokraside çok görülen laçkalıktan
değildir diyelim!-, olsa olsa M İT ’in kurnaz yönte
mini, öte yanın da oyuna gelme yeteneğini göste
92
rir! Boz M ehmet polis olsaydı, M ihri’nin de, hele
o günler asker olan benim de çoktan canımıza
okurlardı.1
“İmanımızı kavi tutarak!” beklemeye başladığı
mız bu dönemde okulda, çevremizde neler olup
bittiğini, daha sonraki ’51 Tutuklanması öncesini,
eskilerde yayınladığım, Tüm Tazıları-Konuşmala-
n adlı kitapta da yer alan Sevim Belli’nin Önemli
Sorusu adlı yazımda anlattığım için burada durm a
yacağım üstünde-, İlgileneceklere kesinlikle o yazıyı
okumalannı salık veririm.
İstanbul’a geldiğim ’46 yazında “Türkiye Sos
yalist Emekçi Köylü Partisi”ni kurmuştu Şefik
Hüsnü. Gelir gelmez telefon açüm; o gün -gün-
düz- beklediğini söyledi! H ep geceleri giderdim.
H em de gitmeden önce yan sokaklarda dolaşıp pe
şime kimseyi takmadığıma tam güvenmeden girmi
yordum D oktor’un evinin bulunduğu Kırağı Soka-
ğı’na. Kapıyı çalmadan önce de çevreyi iyice göz
den geçiriyordum. Kod adımı yineleyerek bir daha
sordum; gündüz gitmem kendileri için tedirginlik
yaratır mıydı acaba? Kesin, “Hayır, bekliyorum” du
yanıt! Gene de çevreyi kollayıp sağa sola göz atarak
93
gittim. Geceleri gittiğimde arkada, pencereleri bir
arka duvara açılan (Gece perdeler de kapalı oluyor
du anımsadığım) konuk odasında otururduk. Bu
kez kapı yanında, sokağa açık pencereli odaya aldı
beni; hem de tam pencere önünde karşılıklı o tur
duk! Ne güzel; yasallığa kavuşmuştuk!
T.S.E.K-P.’nin programı, Esat Adil’ce kurulan Sos
yalist Partisi ile niye anlaşamayacağımız konusuydu
konuşmaların önağırlığı. Bizim," Esat Adil sosyalist
liği ile ortak olamayacak çok yanımız vardı. Kimi
sol aydınlar görmeyebilirdi bu ayrımı; bizim gör
mememiz olur muydu? Halk Partisi iktidarını yık
mak için Dem okrat Parti’de çalışmaya kalkışanlar
da çıkmıştı bizim sol aydınlar içinde. Daha D e
mokrat Parti kurulurken, İstanbul il örgütü yöne
ticilerden Avukat Abdurrahman... (Soyadını anım
sayamıyorum. Demokrat Parti’nin başa güreşenle-
rindendi) D oktor a, muhalefeti bölmemek için
Demokrat Parti ’ye girip sol kanadı oluşturmasını
önermişti. Gülerek anlatıyordu bunu Doktor; bi
zim yanaşabileceğimiz bir öneri miydi bu? O gün
ler siyasal gündeme yaygarayla oturtulm uş, Sovyet-
ler’in Boğazlarda üs istediği savma değindi. Üs de
ğildi Sovyetler’in istediği; Boğazların statüsünü ye
niden düzenlemeyi öneriyorlardı. Ortalığı kapla
maya başlayan antisovyetik, antikomünist yayınlar
bir polis baskısının geleceğini gösteriyor değil miy
di? Soruma yanıtı kesin oldu; “Hayır, değil”di!
Dünyanın bugünkü durum unda, böyle bir işe kal
94
kışmayı göze alamazdı ikddar. Ben ne yapmalıy
dım? Sakıncası yok muydu, böyle güpegündüz...
Hiçbir sakıncası yoktu! Gerekirse küçük bir cezay
la askerlikten sıyrılmanın yolunu bulup İstanbul’a,
Parti’de çalışmaya gelmeliydim bir an önce. Oh be;
dünya varmış! Hiçbir muştulu haber bu öneriden
daha çok mutlu edemezdi beni. Şefik H üsnü’den
ayrılırken uçuyordum sevincimden. Girdiğim gün
den beri düşlediğim, askerlikten kurtulup kavgaya
gönlümce katılma yolu, Partimin verdiği görevle
açılıyordu; başka ne isterdim Allah’tan?! Sokağa çı
kınca ne sağıma baktım, ne soluma; nereden çıkıp
nereye gittiğimi kim istiyorsa görsündü! Eve gelin
ce M erih’e anlattım durumu. Ne diyeceği olacaktı
karara? Askerlikten bir an önce kurtulmamı o da is
tiyordu. Yalnız, iktidarın antikomünist bir saldırıyı
göze alamayacağı savını kuşkulu karşıladı. Aslında
benim de pek aklım yatmamıştı doğrusu. Emekli
edilmesiyle muhalefete geçen, azgın kom ünist düş
manı Mareşal Fevzi Çakmak’ın bile, İnsan Hakları
Cemiyeti’nin kuruculuğuna kalkıştığı için, tüm ik
tidar basınınca “komünist!” diye saldırıya uğraya
cağı günlere doğru gidilen bir ortam da polisin bi
ze dokunmayacağını varsaymak ne kadar gerçekçi
olur diye düşünülebilirdi ya, Şefik H üsnü’den da
ha iyi bilecek de değildik herhalde! Birkaç gün son
ra bu konuyu yeniden açtığımda, kızgınlıkla yüzü
kızarır gibi oldu D oktor’un, “Bir polis saldırısının
gelebileceği tezi, yılgınlık yaratmak için iktidar kay
95
naklarınca yayılıyor!” dedi. Bu oyuna düşmemeliy
dik! Ne diyebilirdim artık? Birkaç yüz metre uzak
ta oturduğum uz D oktor’un evine, komşu kapısı
gibi haftada birkaç kez, -güpegündüz!- genellikle
öğleden önce (öğleden sonraları Parti M erkezi’nde
oluyordu Doktor, anımsadığım) gidip gelmeye
başladım. O yaz boyu, Şefik H üsnü ile çevredeki
mühendis, öğretm en, kimi sanatçı çeşitli kişiler ara
sında, yasal bir partinin el altından destekçisi olarak
dolanıp durdum. Yayınlar götürüyor, parasal yar
dım sağlamanın yollarını anyor, siyasal bağlantı ku
ruyor, konuşma yapıyor, D oktor’un adını verdiği
kimi işsiz arkadaşlara, etkili tanıdıklar aracıyla iş
bulmaya çalışıyordum. Kayınpederim Dr. Ertuğrul
Baykal’ın aile doktorluğunu yaptığı oğlu, gelini
aracılığı ile Cami Baykurt’u tanımam da bu arada
oldu. İlginç bir kişiliği vardı Cami Bcy’in. Ata
türk’ten, genellikle Kemalistlerden kuşkuyla söz
ediyordu! Cumhuriyetin ilk kuruluş günlerinden
beri Mustafa Kemal’in çevresinde toplanmış bir sü
rü kişinin adlarını vererek (kesin anımsadığım bir
ad yok), bu adamların Galata’daki ünlü bir Yahudi
bankere gidip, “Bezirgan paramız bitti,” dediler
mi, “Gidin alın oradan,” diye açık kasayı gösterdi
ğini; adamların istedikleri kadar parayı çekip ceple
rine attıklannı anlatıyordu. Türkiye’nin yapısı gere
ği, daha kuruluşunda “finans kapital” çetelerince
ele geçirildiğini; yönetimin özellikle üst kadarında
ki rüşvetin, vurgunun, büyük hırsızlıklann önlene
96
mez olduğunu söylüyordu. “Finans kapitaP’e,
D oktor Kıvılcımlı gibi o da Türkiye’nin yapısal so
runu olarak bakıyordu. Bu tür rüşvet, vurgun
oyunlarını, sigorta, banka, tefeci sermaye gibi “fi
nans kapital” çevreleri yürütür, “endüstri kapita
l i n i aşar bu işler, diyordu. Mareşal Fevzi Çak-
mak’ın eski dostuydu; onun namuslu, halkçı kimli
ğine büyük güven taşıyordu! Mareşal’in, Nâzım ’ı
mahkûm ettirmiş olmaktan üzüntü duyduğu habe
rini getiren odur Şefik H üsnü’ye. Türk Dışişle
rin in İngilizlere on milyona satıldığı savım da Ca
mi Bey’den duymuştum. Saraçoğlu’nun, kendisine
vermeye kalkıştığı ... lirayı (sayı aklımda kalmadı)
Mareşal’in nasıl geri çevirdiğini, gene Saraçoğ
lu’na, “Ülkem için İngilizlerin dostluğundan, Sov-
yetlerin düşmanlığından korkarım,” dediğini de
Cami Bey anlatmıştı. Samrım bir gazeteciden duy
duğu, iktidara karşı yapılan bir m idngte, Ankara,
U lus’ta, bir yüzbaşının, neredeyse yığınları sürük
leyip (!) hükümetin üstüne yürüyeceği haberini
coşkuyla yorumluyordu. O günkü Halk Partisi ik
tidarından kurtulmanın yolunu arayan yığınların
başına geçecek binlerinin beklentisindeydi; bu gö
reve de “asker”den başka aday düşleyemiyordu
belki! İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti’nin kuru
culuğuna Mareşal’i getiren de Cami Baykurt olma
lıdır. Şefik H üsnü’yü de inandırmıştı Mareşal’i kol
layan savlarına. Saldırılar karşısında siniverince,
“Mareşal beklediğimiz celadeti göstermedi,” diyen
97
Şefik H üsnü’ün ironik gülümsemesi, renkli bir re
sim canlılığıyla bugün de gözümün önünde.
98
duklarını, M ihri’ye övgüler düzüp sevgisini bildi
rerek benim de belki üniversite çevresinden tanı
yacağımı eklemeyi de unutm adan dolanıp durdu
çevremde. Ben nereden tanıyacaktım, süvari suba
yı mıydım ki?!
99
Ahmet Fınncı’nın Kapalıçarşı’daki işyerine git
tim. Bekliyordu; gene eski tedirginlikle karşıladı
beni. Gene aynı biçimde, yere attığı derilerin başı
na çömelerek konuşmaya başladık. Cerrahpaşa
Hastanesi’nde uzmanlık için, bir kürsüde asistan
olarak çalışan, ad olarak bildiğim bir doktoru söy
ledi; ilişki kurduğum kişileri ona aktaracaktım. G ö
zü kaygıyla kapıda çabuk çabuk konuşan (Dede)
Ahmet Fırıncı’mn şu sözleri de kafama çakılıp kal
dı: “Sen bizum içun dinamit gibisun Abdülkadir!”
İşyerinden çıktığımda bu yargının sarsıntısınday-
dım; suçlanmış gibi oluyordu insan! Dede Ah
m et’in ürkek, karamsar davranışı ile Şefik Hüs-
nü’nün iyimser aldırmazlığı arasında sallandım bir
süre. Aklım Dede Ahm et’ten yanaydı ama, hangisi
daha gerçekçi, daha doğru diye sorgulamanın ne
yararı olacaktı Şefik H üsnü’nün kesin- tavn orta
dayken! Askerlikten kurtulmaktı tek çözüm; o da
artık gündemdeydi. Cerrahpaşa’daki asistan dokto
ru buldum, bir-iki görüştük. Esat Adillerin yayınla
rından da alarak İstanbul’da oraya buraya taşıdı
ğım, programdı, sendika gazetesiydi, bir kucak
Parti yayım yanımda Akşehir’e döndüm . Gittiği
min ertesi günü, tüm askeri öğretmenlerin, subay
ların uğrağı askeri mahfile götürüp masa üstüne aç
tım bazılarım, okumaya, daha doğrusu okur gö
rünmeye başladım. Görüldü mü hır çıkacaktı; sa
vunacağım düşüncelerimle orduda tutmazlardı be
ni. O günkü T.C: Yasası 141. Maddesi gereğince,
100
ola ki Askeri Ceza Yasasındaki 148. M addenin
yiizde elli artırımıyla altı ayla bir yıl arası cezayı si
neye çektim mi biterdi bu iş! Buydu kurduğumuz.
Lütfen inanılsın; en küçük bir abartma yapmadan,
“edebiyat”a kalkışmadan tüm yalınlığıyla anlatıyo
rum olayları: Tam dört gün sürdü bu; hemen de
her zaman gelip yanımda oturanlardan bir tanrının
kulu uğrayıp benim köşedeki masada neleri okudu
ğuma bakmadı! Tavlasında, prafasında, briçindeydi
herkes! Ufaktan kışkırtmaya mı kalkışsaydım, ne
yapsaydım acaba? Kolayından çözüm arıyordum ki,
o gün gelen İstanbul gazetelerinin manşederinde
çanlar çalmaya başlamıştı; yan kuruluşları sayılan iş
çi sendikalarıyla birlikte Parti kapatılmış, başta
D oktor Şefik H üsnü olmak üzere tüm kurucular
tutuklanmıştı. Koynumdaki yayınlarla hemen eve
döndüm ; ne var ne yok toparlayıp kaldırdık orta
dan. Nasıl olsa bize de geleceklerdi! Haftada birkaç
kez D oktor Şefik H üsnü’nün evine girip çıkan bi
rinin polis torpiline çarpmaması olası mıydı? Dede
Ahm et’in “Sen bizum içun dinamit gibisun Abdül-
kadir!” sözü aklımdaydı hep. Bana geldiklerinde
devrimci yükümlülük bu ilişkiyi gizleyip saklamak,
özellikle siyasal etkinlik yanını yadsıyıp örtbas et
mekti şimdi. Bu da inamlmaz bir şey: Aylarca bek
ledik, hiç kimse gelmedi! Bu olguyu nasıl yorumla
mak gerektiğini bugün de kestirebilmiş değilim.
Tam o günler benim için bir başka duyum daha
gitmişti polise. Akşehir’deki Maltepe Askeri Lisesi,
101
’4 7 ’de İstanbul’a taşındıktan sonra bir gün Galata
Köprüsü üstünde karşılaşacağım Şükriye’den, yu
karda sözünü etdğim Basri’yi saklandığı yerde gör
mem olayını poliste anlattığını öğrenecektim. Ça
ğırıp onu da sormamışlardı bana! İstanbul dışında
olmamdan mıydı?! Özel biçimde mi gözlüyorlardı
beni?! Ne demeli bilemem. Kulağımız İstanbul’da
ki tutuklamalarda beklemeye başladık gene. U za
yınca bir kısa dinlence döneminde Ankara’ya git
tim; Asaf Ertekin aracılığıyla Zeki Baştımar’dan bir
buluşma istedim. Bildiğim tek başvurulacak kişi o
kalmıştı ortalarda; tanışmıyorduk onunla da. O
günler gizlice dolaşan, Dil-Tarih’deki Profesör
Pertev Boratav’ın Fransızca’ya çevirmesiyle Ankara
çevresinde yaygın üne kavuşturduğu “İstanbul” şi
irimden ötürü, bir de Asaf dan duymuş olmalıydı
beni. Bir apartmanın zemin katındaki evinde bir sa
at kadar oturdum . D oktor’la ilişkimden söz edince
duraladı. “D oktor ‘....’ mi?” dedi. Cerrahpaşa’da
buluştuğum asistan doktordu sorduğu. “Şefik
H üsnü” deyince şaşırdı sanki biraz. Güvenini ka
zanmak için vermiştim Şefik H üsnü’nün adını.
“Şimdi ne yapmamız gerekiyor?” sorusuna pek bir
yanıt çıkmadı ağzından. Biraz beklemekten söz et
ti; o kadar. Sanat-edebiyat konularına geçtik,
anımsadığım. Çevremdeki birileriyle TKP adına bir
şeyler yapma tasarılarımızı önleyen bir konuşma ol
du bu. Zeki Baştımar’ın uygun bulmadığı bir çalış
ma yapılamazdı. İlk karşılaşmamızdı bu Zeki Baştı-
102
mar’la. Suskun, ciddi, bir ölçüde içine kapanık gö
rünüm ünün, tek tek tartarak konuşmasının, parlak
sayılamaz zekâsıyla sınırlı yeteneğini saklamasına
yaradığını epeyi yıllar sonra, ’51 Tutuklamasıyla
sonuçlanan birlikte gizli çalışma döneminde anla
yacaktım!
103
kanlığı’ndaki bir dostu, “Boşuna uğraşmayın Ali
Bey!” demiş. “Bu atanma kocasından dolayı yapı
lamayacak!” Kayınpeder D oktor Ertuğrul’un yar
dımları olamasa, benim tek aylığımla dumandı evi
mizin durumu. Haftanın birkaç gününü, Nişanta
şı’nda M erih’in annesinin babasının yanında geçiri
yorduk. D oktor H aig salıverilmişti. Nişantaşı’nda
ki eve geldi. İçeride olup bitenleri ayrıntılarıyla an
lattı. H er bakımdan üzücüydü olanlar. Benim için
de ayrı bir üzücü yanı vardı! Bir gün rastladığım ni
şanlısı Anjel’e, onlara yardımımı Asistan D oktor
aracılığıyla yapüğımı söylemiştim. Aslında yanlıştı
söylemem. Duygusal bir şeydi; H aig’la o kadar ya
kındık ki, ilgisiz kaldığımı sanması yaralardı beni.
Haig da, niyeyse gidip Asistan D oktor’a söylemiş
olayı bildiğini. Kıyameti koparmış o da. Yakınlık
sağlamak için yapmıştı, dediği H aig’ın. Tam tersi
olmuş; daha da açılmış aralan. Asıl sorun, Şefik
HüSnü’nün yasal koşullara aşırı güveninden doğan
gevşekliği ile polise kaptırdığı kimi belgelerdi. Bu
konuda daha önce yazdıklarıma, söz gelimi “İbret
Belgesi” dizisinde yer alan D oktor H ulusi’ye yanı
tımda söylediklerime bir şey eklemeyi gerekli gör
müyorum.
104
Üsküdar’daki, şimdi olmayan bir sinemanın (Su
nar?) girişinde buluştuğum uz kişi Basri’nin eski ar
kadaşı, yukarda adı geçen, kendi başımıza çalışma
karannı verdiğimiz dönemde bize gerekli şapirog-
rafi, askerliğini yaptığı birlik adına satın alan Tevfik
Dilmen’di. Hiç de iyime gitmemişti onunla karşı
laşmak ya, başlamıştık. Son sözü bana bıraktığı,
bütün buluşmalar yaptığımız uyanlar doğrultusun
da gerçekleştiği için upuzun sürüp giden haftalık
buluşmalarımızdan hiçbir izleme raporu çıkmadı
poliste. Tutuklamadan sonra talihsizlik, bizim her
gece geç saaderde esrik gelen üstümüzdeki ev sahi
binin bir gece karanlıkta Tevfik Dilm en’i bizden çı
karken gördüğünü söylemesinden doğdu. ’51 Tu-
tuklaması’nda “itirafçı” olan Tevfik Dilm en’in bu
hayınlığı, ola ki, bizim bilmediğimiz nedenlere
bağlıdır! Sakladığı çok şey var çünkü o tutuklam a
da Tevfik Dilmen’in. Sözgelimi, dört askeri öğret
menle gizli çalışmak için bizde toplamp karar aldı
ğımızı biliyordu, söylemedi ki, çok önemliydi bu.
Benim, Parti adına kendisiyle buluşmamı sağlayan
kişiyi biliyordu. Yardım parası verenleri biliyordu.
Paris’teki “İleri Jön Türkler”le ilişki için ev adresi
ni kullandıran, Partili yaptığımız, benim çok eski
bir arkadaşımı biliyordu. Bildiği daha bir sürü şey
var buna benzer ki, hiçbirini söylemedi. Çok kişi
kurtuldu böylece. Benim Haşan Denizli takma
adıyla Barış dergisinde, Abidin Ö zkan’ca imzala
nan Yeryüzü dergisinde çıkan yazılarımı da söyle
105
medi. Bütün bu gizlemelerden sonra, ne hikmetse,
onun bildiği dönemde partili olmayan birinin par
tili olduğunu söyleyip üstelemesi, yaşamımı etkile
yen bir yanlış kestirme sarsıntısına düşürdü beni.
Salt onun suçu sayılamaz bu da; başka etkenler ka
dar benim deneyimsizliğimin de büyük payı oldu
ğu belli, olayda. Şevki Akşit’in konuşmamış olma
sı, daha doğrusu ruhsal bunalıma düşerek soruştur
ma dışı kalması kadar, Tevfik Dilm en’in Parti adı
na getirdiği, Ankara’ya gizli mektup götürm e işini
bilerek değişik anlatışı da, bu işi üsdenip yapmış
olan M erih’in kurtulmasını sağladı.
106
uluslararası, partiler-üstü bir partiye, Komintern’e
bağlı biçimde yönetildiği için, kişilerin özellikleri
nin de üstünde, onları da koşullayan, doğruluk
simgesi olduğuna inandığımız başka tannlarca da
yatılmış kuralların da payı var mıdır acaba bu dü
şüşlerde? Bu soruyla birlikte “akraba” bir konu da
hemen gündeme oturur sanıyorum: Tüm insanlı
ğın um ut kaynağı bir düzen içinde olduğuna ina
nılan Sovyetler Birliği’nin çöküşü nasıl değerlendi
rilmelidir; hangi temel etkenlerin yıkıcılığından söz
edilebilir?
107
muş, varlığıyla dolaylı, dolaysız tüm yeryüzüne
damgasını vurmuştur. Yıkılışından sonra bin bir
baskı sonucu her yanda birer ikişer geri alman in
sanca haklarla neyi yitirdiğini emekçi insanlık bu
gün daha iyi anlıyor.
108
yetişemedikleri bu yeni toplum un kuruluşu konu
sunda doğal ki, yazılı hiçbir şey bırakmamışlardı.
Sovyet tipi işçi-yoksul köylü-asker meclislerinde,
Lenin, Marks’ın arandığı proleter devlet tipinin çe
kirdeğini görüyordu. O ktobr devriminden önceki
ikili iktidar (Kışlık Saray’da Kerenski Hüküm eti,
Smolni’de Sovyetler) döneminde Lenin’in “Bütün
iktidar Sovyetlere!” sloganı, proleter devleti kur
manın ilk atılımıdır. Sovyet iktidarının 73. günün
de Lenin’in, “Paris Kom ünü’nü bir gün geçtik” di
ye karlarda dans ettiği söylenir. Örneği olmayan
yepyeni bir toplum u, sosyalist toplum u yaratmak
tarihin en büyük sınavlarından birinden geçmektir.
Bolşevikler, Lenin, Marksist yöntemle araştırma,
deneme-yamlma, ileri atılabilmek için sırasında ge
ri çekilmelerle yola koyuldular! Güvendikleri,
emekçi yığınlardan güç alan, “demokratik santra-
lizm”e dayalı Leninist Bolşevik Partisi’ydi. Le
nin’in büyük bir özgüvenle söylediği şu ünlü sözü
hiç unutmamak gerekir: “Tarihte varolmuş birçok
siyasal partiler batmıştır. Biz batmayacağız, çünkü
bizim yanlışlarımızı görüp saptayarak doğru yolu
bulacağımız özeleştiri yöntemimiz var.” Lenin’in
bu kale bedeni yapısındaki sözünü Stalin de kullan
mıştır Parti Tarihi’nde. Şunu da ekler Stalin: Yu
nan Mitolojisi’nde yarı tanrı Herakles, gücünü bas
tığı topraktan aldığım anladığı yenilmez sanılan de
vi, ayaklannı yerden keserek yenmiştir. Komünist
ler de ayaklarını sağlam toprağa bastıkları, yani
109
emekçi yığınlardan kopmadıkları süre yenilmeye
ceklerdir.
110
nizrn olgusu budur. Bu yalnız tek kişiyle Stalin’le
açıklanamaz. Gerçi sanırım aynı kongrede, başa
oturm uş kişinin, genel sekreterin kimliğinin bütün
örgütü etkilediğinden de söz edilir. Lenin’in yeri
ne getirilmeyen vasiyetinde, Stalin’in bulunduğu
sorumluluk görevinden uzaklaştırılmasını öngör
düğü de bilinir. 20. Kongre’de yer alan, “ Çok şey
yapıp başardık; ancak kişilerin bir karar için düşün
celerini bildirirken, inandığı doğruyu değil, ‘kim
den yana konuşursam başım belaya girmez’ kaygı
sıyla sırasında inançlannın tam tersini söylemesini
önleyemedik!” yakınması, yaşanmış tarihsel trajedi
yi asıl önemli öğesiyle açıklar. Stalin’i ya da bir baş
kasını suçlamakla bir yere varılamaz; asıl sorun,
toplumda hiçbir yöneticiye, ya da yöneticilere top
lum yönetiminde kamunun, bireylerin denetim gü
cü üzerinde yetki tanınmasını kesinkes önleyen bir
yapıyı kurmaktır.
111
bu halk neler çekiyor, biliyor musunuz?” Donup
kalmıştım. Nereden bilecektik? Bize neyi göster
mişlerse onu biliyorduk biz. İşin ilginç yanı, daha
önceki iki çağnda da aynı görevli ile dolaşmıştık
Sovyetler Birliğini.. Çeşitli konularda “yoldaşça!”
konuşmalar yapıp sosyalist ülkedeki m utluluğum u
zu bölüşmüştük! İlk kez, gösteriyordu bu eleştiri
yürekliliğini. Yıkılamaz, görkemli sosyalist toplum,
bu sindirilmiş aydınlarla, “depolitize” edilmiş
emekçi sürüleriyle mi kurulacaktı?
112
gibi, Lenin’siz de başka çözüm yolları olmalıdır bu
sorunun.
113
Devrimin ille de sanayi ülkelerindeki sınıf savaş
larıyla gciişnıiş ülkelerde olacağı 'cıogma”sını aşa
rak dünyayı kuşatmış emperyalist zincirin zayıf hal
kasına saldıran ulusal bağımsızlık savaşlarıyla bağ
lantılı biçimde, dünyanın sanayice gelişmiş ülkele
rinin dışında herhangi bir yerinde de başarıya ula
şabileceği savıyla tarihin bu aşamasındaki toplum
sal devrimi de, onun ayrılmaz bağlaşığı anti-emper-
yalist ulusal kurtuluş savaşlarını da en doğru değer
lendiren Leninizm ’dir.
114
gununu paylaşan tekellerin anavatanlarıdır; emek
çilere verdikleri de geri bırakılmış başka ülkeler
halklarının soygunundan, vurgunundan elde edil
miş artıdeğer, artılirün yağmasının parçacıklarıdır.
115
meye elverişli eylem biçimine dönüşebilir. Emekçi
yığınların desteğinden yoksun, kendi halkıyla bü
tünleşmemiş hiçbir devrimci atılımın, küçük burju
va serüvenciliğinden öteye geçip başarıya ulaştığı
görülmemiştir. Burjuva devlet aygıtını yıkıp prole
ter devletini kurmak, tüm dünyada uzun yıllar de
nenip çıkmazlığı kanıtlanmış küçük burjuva kö
kenli anarşizmin anladığı anlamda, yolda, bireyle
rin silaha davranmalarıyla değil, bilimsel devrimci
öğreti çizgisinden sapmayan gerçek devrimcilerin
emekçi yığınlardan kopmadan yürütecekleri örgüt
lü savaşımlarıyla varabilecekleri iktidar aşamasında
yapmaları gerekli, kiminde zorunlu, yeğlemedir.
İktidara ulaşmanın biçimini -demokratik seçim yo
lu da içinde-, her ülkenin kendi tarihsel koşullan
belirler. Çıkış biçimi özgün Fidel Castro, halkınca
bağrına bastırıldığı için başarmıştır. Başına ödül
konarak aranırken dağda kendini yakalayınca adını
söylememesi için uyarıp kurtulmasını sağlayan
Yüzbaşı, salt kendinin değil, Küba halkının da iste
ğini yerine getirmişti. Aynı yolun simge kahrama
nı Che Guevara, halkını kazanamadığı Bolivya
dağlannda, emperyalist güçlere en aşağılık pazar
lıkla satılmıştır. Yiğit bireyleri, yanlarına alarak sa
vaştıkları yığınlar değerlendirir. Emperyalizmin, si
nemasından politikasına kahpece ustalıkla sömür
düğü, sosyo-politik utkuları abartılmış bireysel
kahramanlıklara bağlayan bu yaşamsal öğreti yanıl
gısının acılarını, tüm dünyada olduğu gibi ülke
116
mizde de ne çok yaşadık, yaşıyoruz. Kimi genç ku
şakların tehlikeli biçimde sarıldığı bu öğreti yanıl
gısının tarihsel kaynaklan var bizde. Okullarımızda
bütün tarih eğitimi, bireylerin isteğine, buyruğuna
bağlı öyküler üstüne kuruludur. Avrupa’yı Attila
titretmiş, İstanbul’u Fatih almış, Osmanlı’yı zirve
ye Kanuni çıkarmış, zulmü Abdülhamit yapmış, ül
keyi Atatürk kurtarmış...tır. Bütün toplum bu yü
zeysel, basmakalıp inançlara koşullandırılmıştır. Bir
“27 Mayıs” sabahında uyanıp da, gizlice el ele ver
miş genç subaylarca kendini '‘kurtarılmış” bulan
kafası yalınkat bir ülkede, “sosyalist devrim”in hiç
-de böyle yapılamayacağını anlatmak kolay olamaz
dı. Yanlışa batık toplum um uzun tertemiz gençliği
ni, silah tekellerinin uzantısı mafyalarla gizli polis
örgütleri ne kanlı oyunlara düşürdü, düşürüyor;
biliyoruz, görüyoruz.
117
cü dünya savaşı” içindeyiz. M etropollerdeki sınıf
kavgasını uyuşturmayı bir ölçüde becerebilmiş em
peryalist ülkelerin bugün de en korktukları şey, As
ya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da durmaksızın
her gün bir biçimde patlak veren, “halkların kendi
yazgılarını belirleme ilkesi”ne dayalı antiemperya-
list, ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Moskova’da, Dev
rim Müzesi’nde asılı bir sözünde şöyle bir şey di
yordu Lenin: “Uluslararası dünya devrimi, emper
yalist ülkelerin, tüm dünyadaki ulusal kurtuluş sa
vaşlarıyla metropollerine kovulmalanndan sonra
gerçekleşebilecek gibi görünüyor. Çelişkili olsa da,
tarihin gerçeği bu!” Beyaz Saray’ın ünlü teorisye-
ni, Polonyalı Brezinsky, “Dünyamızı tehdit eden
en büyük tehlike milliyetçilik duygulandır,” sözü
nü boşuna söylemiyor demek!
118
sclliğe her türden en yüksek düzeyde saptırıcı öğre
tiler, kof ama çekici düşünce-sanat-edebiyat akımla
rı üretiliyor bugün. Tüm medya olanaklarıyla koz
mopolit bir evrensellik içinde yeryüzüne sürülen bu
ağılı kültürün de bayıltıcı etkisiyle sınıflararası savaş
uyutulmaya çalışılıyor, kişiler, kurumlar satın alını
yor, ulusal kurtuluş kavgası yürüten ülkelerdeki ki
mi sınıflar, katmanlarla çıkar bağlan güçlendiriliyor;
bir terslik çıkü mı da, ortalık hiç acımaksızın gizli,
açık kana bulanıyor. Bunun en somut, en acı örnek
lerini gene kendi ülkemizde görüyor, yaşıyoruz.
Gerçek vatanseverler vatan haini sayılıp sırasında öl
dürülüyor, ülkemizi yabancılara, Amerikalılara ha
raç mezat devredenler vatansever diye dolaşıyor bu
gün Tiirkiyemizde. Emperyalizmin tüm dünyada
uyguladığı yöntemdir bu.
119
dir; soluklanmak için bir “ara verme”dir belki de!
Yitirdiklerinin bilincine varmaya başlayan emekçi
yığınlarının aymalarıyla daha görkemli bir yapıyı,
en demokratik biçimde daha temelli kurma döne
mine geçmeleri, tarihsel akışın en doğal yoludur.
Sosyalizmin yıkıldığı sanılan her ülkede açık seçik
belirtileri de var bunun. H er şey bir yana, bir bu
çuk milyarlık Çin’de tarihin çok önemli bir dene
mesi yapılıyor bugün. Komünist Partisi iktidarda
dır; kapitalist dünyadan gelen yatırımcılara deneti
mi altında açık tutuyor ülkeyi. Bolşevik Devri-
mi’nden sonra Lenin de çağn çıkarmıştı Batı kapi
talizmine; gelmedilerdi. Tek yatırımcı, bir devrim
ci işçinin çocuğu, kızıl milyoner denilen Amerikalı,
Lenin’in kişisel dostu H am m er olmuştu; kurşunka
lem fabrikası kurmakla başlamıştı yatırımlarına Sov-
yetler Birliği’nde. Emperyalist dünya daha mı uy
garlaştı artık; sosyalizme daha mı sevecen bakıyor?!
Kuşkusuz ki öyle değil. Emperyalist dünya öylesine
bunalmış durum da ki, bir buçuk milyarlık bir paza
rı ideolojik kaygılarla yitirmek lüksüne katlanamaz
bugün. Bu bunalım yarın daha da artacaktır. “Ka
pitalist, kendisinin asılacağı ipi satan adamdır,” sö
zü boşuna söylenmemiş! Gönüllü gönülsüz, sat
mak zorundadır o ipi. Bütün bu olgular, içten içe
birikimlerle emekçilerin özgür dünyası için gerçek
demokratik sıçramalara doğru giden, uzun aşamalı
bir “dünya devrimi” sürecinde yaşadığımızın belir
tileri değilse, nedir? İnsanlığın sonu mu geldi?!
120